
HAMLET
2022-2023 Sezonu
İBB Şehir Tiyatroları
Yazan: W. Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu
Yöneten: Engin Alkan
deli nedir, nasıl olunur?
Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden.
Nietzsche
Seçilmiş Delilik
Hamlet incelemelerinin odaklandığı temel başlıklardan biri Hamlet’in deliliği, daha doğrusu Hamlet oyununda “delilik” müessesesidir ki, oyunda sadece Hamlet değil Ophelia da delirir.
Tarihsel açıdan bakıldığında, biraz da Foul / Delilik bir olma hali değil, bir olma halinin bu adla tanımlanmasıdır.
Asla Antigone kadar olmasa da, Ophelia’nın da trajik bir aile hikayesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Annesiz Ophelia, sonra babasını da kaybeder, üstelik babasının katili, muhtemelen cinsel ilişki de yaşadığı bir prenstir. Artık bir ailesi yoktur, bir sevgilisi yoktur, kendisini reddeden babasının katili Prens’le ilişkisi sarayın en üst mertebesinden başlayarak ifşa olmuştur…Ophelia, bu koca şatoda sarayın başmabeyincisinin kızı, Hamlet’in aşığı olmanın dışında hiç kimsedir. Babasının aşığı tarafından öldürülmesiyle kaybettiği yalnız onlar değil aynı zamanda kendi kimliğidir. Bu anlamda, babasının ölümü ve onun yerine kral olamayışıyla üst kimliğini yitiren Hamlet’le yolları delilikte kesişir.
Bununla birlikte Hamlet henüz oyunun başında “deli” rolü yapmayı seçtiğini bilinçle etrafındakilere bildirir. Delilik bir bakıma Hamlet’in büyük bilginin sahibi olarak saray koridorlarında rahatça dolaşmak için kullandığı soytarı giysisidir ki, kimi sahnelemelerde bu bağlantı izleklerden biri olarak belirgin biçimde bir çok kez kullanılmıştır.
Hamlet’in oynadığı oyuna kelime çevirisi açısından değil ancak kavram genişliği anlamında bir çeşit “aptallık oyunu” demek de hayli akla yakın görünür. Nitekim bu karardan sonra Hamlet karşısına çıkan herkesle hayli zekice ve retorikle soru cevap oyunları oynasa da, hiçbir şeyden haberi yok ya da hiçbir nedeni anlamıyormuş gibi davranır, yani kısaca sahip olduğu büyük sırrı sadece gizlemez, o sırrın etrafından kendine yönelen okları da görmüyormuş gibi davranır ve yalnız basit cevaplarla ilgilenen bir zekaya farkındalığını ifşa etmekten kaçınır. Bu bireysel intikam eylemine odaklanıp büyük resmi/ülkeyi görmezden geldiği, iradi bir karar gibi görünse de psikolojik olarak zaten sağlıksız olduğu saptaması ise yoruma açıktır.
Aristotales’in Poetika’daki tanımıyla “bilgisizlikten bilgiye geçiş”in gerçekleştiği anda Hamlet “deli” olmayı seçer. Bu durum “bilgi”den gelen yükün bastırılamaz reaksiyonlarını gizleyecek zekice bir kılıf mıdır yoksa Oidipus misali aklın gözlerini kör etmenin bir timsali midir bilinmez, yine de Hamlet’in en çok bilmek ile eylemek arasında insan aklı ve ruhunun sürüklendiği sayısız uçurumu anlattığını söylemek yanlış olmayacaktır.
“DELİLİK” TANIMININ EVRİMİ;
Değişik tarihî dönemlerde ve değişik kültürlerde farklı anlamlara gelen, genellikle çoğunluktan ayrı, tuhaf düşünce ve davranışları olan insanların hâli. Bugünkü değerlendirmelerin sunucunda bilim adamları, en eski çağlardan beri delilik olgusunun bilindiği ve onu iyileştirme yönünde çabalar olduğu kanaatindedirler.
Peru'daki kazılardan elde edilen taş devrine ait oldukları öne sürülen delik kafataslarını antropologlar ve psikiyatri tarihçileri, ruh (mental) hastalığından muzdarip kişilere yapılmaya çalışılan ilk tedavinin eserleri olarak yorumluyorlar. Onlara göre tarih öncesi insanlar, sara'yı (epilepsi) ve şiddete yönelik davranışları klanın atalarına ait ruhların yaptığına inanmaktadırlar. Kafataslarını delme nedenleri de bu kötü ruhları kovmaktır. Yine bu bilim adamlarına göre tarih öncesi ilkel kültürlerdeki genel özellik, tabiat olayları gibi ruh hastalıklarının da kötü ruhlar tarafından yapıldıkları inancıdır (Demonoloji). Bu nedenle kafatası delme gibi şaman ve büyücünün iyileştirici işlevlerinin de kötü ruhları kovmak olduğu düşünülmektedir. Hatta bilim adamları şamanın bir nevrotik hasat olduğuna karar vermişlerdir.
Kötü ruhlar, şeytan, tilki gibi değişik isimler alırlarken, şaman ve büyücülerin rollerini din adamları üstlenmişler, dua ve dinî törenler özel önem kazanmıştır. Eski Ahid'de deliliğin ilahî bir ceza olarak görülmesi bu anlayışın tipik bir göstergesidir. GrekoRomen kültürleri ise, bir yandan demonolojiyi (şeytaniyat) temsil ederlerken bir yandan da modern kültüre temel olabilecek atılımları yapmışlardır. Halk, deliliği Mania ve Lyssa gibi kötü tanrıcıların etkisiyle açıklamış ve deliler, kötü tanrıcıların kaçması için kapatılmış, zincire vurulmuşlardır. Bu yöntem, hastalığı hastalığa neden olan etkenle tedaviye çalışmanın (homeopati) ilk şeklidir.
Modern tıbbın babası sayılan Hipokrat, bu dönemde yaşamış; deliliği demonoloji ve Tanrı'nın gazabıyla değil, doğal nedenlerle açıklamaya kalkmış, ruhsal hastalıkları kendi tıp anlayışına göre sınıflamış, kalıtımın ve rüyaların önemine dikkat çekmiştir. Yine bu dönemde ilk kez Platon'un "Kanunlarında delilere uygulanması gereken hükümlere yer verilmiştir. Platon, delilerin hukukî ve cezaî ehliyetlerinin olmadığını, ancak ailelerin onlara sahip çıkmaları gerektiğini söylemiş; fakat zaptedemeyen delilerin öldürülebileceğine hükmetmiştir.
Ortaçağ’da özellikle Batı'da dinî taassubun delilere karşı umursamazlığı ve zalim uygulamaları biçimine bürünmüştür. Ortaçağ ayrıca bugün histeri salgını olduklarına karar verilen, tarantizm ve likantropi adlarıyla anılan kitle çılgınlıklarıyla bilinmektedir. İslamiyet ise her şeye rağmen, Ortaçağda delilik ve deliliğe karşı tutumu ele alan hemen bütün incelemelerde genel çizginin dışında müstesna bir yere sahip olduğu şeklinde değerlendirilmektedir. Dinî esasların hayat tarzlarını belirlediği Ortaçağ İslam toplumlarında deliye karşı insancıl ve şefkatli tutumlar. Eski Yunan klasiklerinin Arapçaya çevrilmesi ve oradan Endülüs aracılığıyla Batı'ya geçişi, bilim öğrenimine özel önem verilmesi, delileri iyileştirmek İçin özel yerler (bimarhaneler) kurulması ve müzikle tedavi gibi yöntemler geliştirilmesi ve özellikle de İslamiyetin deliliği ilahi bir ceza olarak görmediği gibi, delileri sorumlu da tutmayışı önemle vurgulanan noktalardır.
Rönesans’a gelindiğinde Büyücülük ve akılcılık yan yana gelişmekte, engizisyon her ikisine de karşı çıkmaktadır. Erasmus'un "Deliliğe Methiye"si ve Cervantes'in "Don Quishote'unda görüldüğü gibi, deli imajında onları kabullenme yönünde hiç değilse yazarlar, sanatçılar, hekimler arasında değişmeler olmuş; Vjves, Agrippa, Weycr, Leonardo da Vinci, Paracelsus gibi hümanistler delilerin korunmaları gerektiğini, deliliğin de bedensel bir hastalık olduğunu savunmuşlardır. Eski manastırlar akıl hastaneleri haline getirilmiştir. Fakat yine bu dönemde gelişen akılcılığın etkisiyle deliler toplumdan alabildiğine dışlanmışlar, para karşılığında halka panayırlarda, hastanelerde teşhir edilmişlerdir.
Modern bilimsel düşüncenin hakim olmaya başladığı, akademilerin önemli sosyal kuruluşlar olarak ortaya çıktığı 16. ve 17.yüzyıllarda; Descartes'in aklı (sensorium commune) beyindeki pineal beze dayandırmasıyla akıl hastalıklarının nedeninin beyindeki bir bozukluk olduğu kanısı giderek yaygınlaşmıştır. Linneaus'un botanikteki sınıflandırma yöntemi, genel tıpta olduğu gibi, akıl hastalıklarıyla ilgilenenlerin de bu hastalıkları sınıflandırmaya girişmelerine yol açmıştır. Papanın doktoru Za Chia, akıl hastalığına doktorun karar verebileceğini bildirerek Adlî Psikiyatri'nin temelini atmıştır. Günümüzü haber veren bu gelişmelere rağmen, Ortaçağdaki Tanrı'nın yerini adeta "akıl ve mantık" almasıyla delilere uygulanan zalim yöntemler katmerleşerek artmış, üstelik dönemin düşünürleri tarafından bu uygulamalar hararetle savunulmuştur. Aklı ve akıllıları korumak için deliler gemilerle boş adalara terkedilmiş, kafeslerde tutulmuşlardır.
18.yüzyılın sonlan ise gerek kurumlaşma, gerekse ruh hastalarına uygulanan tutumlar ve tedavi yöntemleri açısından günümüzün anlayışlarına çok benzeyen yaklaşım ve girişimlerin yapıldığı dönemdir. Fransa'da Pinel'in, İngiltere'de Tuke'un ve italya'da Chiarugi'nin delileri zincirlerinden kurtarma ve onlara "moral tedavi" uygulama şeklindeki çabaları psikiyatri tarihinde devrim olarak anılırlar. Psikiyatri terimi de ilk kez bu dönemde Almanya'da kullanılmıştır.
19.yy'dan günümüze kadar olan dönem ise, ruh hastalıklarının ele alınmasında organik ve psikolojik yaklaşımların birbiri ardınca ileri sürüldükleri, bir çok yeni sınıflama ve tedavi yöntemlerinin geliştirildiği, genel hastanelere küçük, modern psikiyatri klinikleri kurmak, hastayı toplum İçinde tedavi etmek gibi insancıl ve hastayı topluma kazandırmaya yönelik çalışmaların yapıldığı, ruh sağlığına verilen önemin arttığı bir dönem olmuştur, bu dönemin özelliklerinden en belirgin olanı, psikiyatrinin tıp, psikolojinin sosyal bilimler içinde bilim ve tedavi kurumlan olarak yerleşmeleri, ruh hastalığının sınırlarının gündelik hayat problemlerini de kapsayacak şekilde genişlemesidir.
Deliliğe bakışta izlenen bu kronolojik yaklaşımın, bugünün antropoloji ve psikiyatri tarihindeki hakim anlayışa göre yapıldığı unutulmamalıdır. Yine aynı çevrelerde bu bakışa karşı gelişen şiddetli bir muhalefet vardır. Bu muhalefetin önde gelen isimleri düşünür. Michael Foucault, antropolog C.L.Strauss ve psikiyatr R.D.Laing'tir. Foucault ve Laing'e göre Rönesanstan beri deliliğe yaklaşımda izlenen çizgi, aslında bir ilerleme değil, gerilemedir. Çünkü Rönesans öncesi toplumlarının delilik anlayışıyla, modern toplumun ruh hastalığı anlayışı arasında taban tabana zıtlıklar, muhteva farklılıkları vardır. Rönesans öncesi toplumlarında delilik olgusu genel olarak kutsal dünyadan bir haber diye yorumlanırken, modern psikoloji ve psikiyatride ruh hastalığı aklın İktidarını temsil eden bir yaklaşımla ele alınmaktadır. Ruh hastalarına uygulanan insancıl yöntemler ise ruhsal bîr zulümden ibarettir, üstelik bu zulme neredeyse bütün toplum maruz kalmaktadır. Strauss'a göre İse kültürler yapısal olarak karşılaştırıldıklarında kültürler arasında bir ilerleme değil, benzerlik ve eşitlikler vardır. Tarih öncesi kültürlerdeki şamanın yerini, modern kültürde psikoterapist almıştır.
DELİLİĞİN ZAFERİ / Ortaçağ Sonları ve Rönesans Başları Üzerine Bir İnceleme
https://hakanatalay.wordpress.com/2018/01/13/deliligin-diyalektigini-yeniden-kurmak/
Şimdi Ortaçağ Sonu ve Rönesans Başlarının delisi (ya da abdalı) üzerinde duracağız; çünkü deliliğin diyalektiği ve delilikle iletişim bu dönem sırasında doruğa çıkmıştı ve ironik olarak, bu dönem geçtikçe diyalektik de çözüldü.
Kimi figürler çağlarının varsayımlarını ve savlarını, arzularını ve nostaljilerini simgesel olarak temsil etmek üzere seçilirler (kral, şövalye, çoban, vahşi, sanatçı, uşak, tüccar); onun (deli) zamanının düşüncelerini sahnedeki öteki kişilerden daha iyi ifade ettikleri görülmektedir (Swain, 1932).
Deliliğin zaferini açıklayan neydi? Kesin olan şu ki, delilerin büyük çoğunluğunun toplumdaki rolleri antikiteden beri hissedilir bir değişikliğe uğramamıştı. Tehlikeli olanlar dışında deliler ya sokakta dolaşmaya bırakılmışlar (eğer yoksulsalar) ya da akrabaları tarafından bakılmışlardı (eğer varlıklıysalar). Tehlikeliler ya hapsedilmiş ya da büyük kentlerde bulunan tek tük hastanelere (örneğin, Londra’daki St. Mary of Bethlehem’e [ya da “Bedlam”]) tıkılmışlardı. Almanya ve İngiltere’deki dolaşıp duran gezgin ve yoksul delilere, sadaka alabilsinler diye, resmî nişanlar verilmişti.
Water Kaiser (1963) Ortaçağ dünyasının deliye karşı tutumunu şöyle özetlemişti:
“Sözleri ve eylemlerinin aptallığından dolayı genellikle alay edilmiş, davranışlarından dolayı genellikle acınmış; kimi zaman Tanrı’nın özel himayesi altında olduğu düşünüldüğünden, saygı gösterilmişti. Bütün bu üç nedenden dolayı da hoş görülmüştü.”
Bu alıntıda deliliğin tarihsel diyalektik biçimlenmesinin anlatıldığına dikkat edin; o bir yandan bir aşağılanma konusu olmaya devam ederken, öte yandan bir övgü ve arzu konusunu temsil ediyordu.
Birçok yazara göre (Foucault, 1965; Mora, 1975; Rosen, 1968) deliliği tahta oturtan şey eski Ortaçağ düzeninin yıkılması ve sonuçta ortaya çıkan dönemin umutsuzluk ve kaosuydu. Bununla birlikte bu makale, bu dönem boyunca delilik bağlamı içinde bulunan geleneksel diyalektiğin “Halkadamı”nda içe alınmaya başladığını öne sürmektedir. Ortaçağ sonu ile Rönesans başı, iki dünya görüşü (dinsel anlayış ve hümanistik anlayış) arasındaki bağlantıyı temsil ediyordu. Ortaçağ’ın dinsel dünyası insanı gereksiz, günahkâr ve değersiz olarak görürken, Rönesans’ın hümanistik yönelimli kültürü insanın yaratıcılığı ve düşgücüne dayanmıştı. Bundan dolayı ortalama yurttaş iki felsefe arasında (değersiz insana karşılık yaratıcı insan) sıkışıp kalmıştı ki, bunun esası da tarihsel diyalektik delilik anlayışını oluşturan bir şey (değersiz deliye karşılık yaratıcı deli) olarak betimlenmişti.
Bu dönem boyunca deliliğin başlıca ele alınış tarzlarına bakalım. Okur edebiyatta delinin rolünün daha çok kötücül bir figürden, içgörülü ve yaratıcı bir kişiliğe doğru ilerlediğini görecektir ve bu kabaca dinsel bir dünyadan hümanistik odaklı bir dünyaya geçişe karşılık gelir.
Ortaçağ sonları (13.yüzyıl) deliliğe kusurlar hiyerarşisinde bir yer veriyordu. “Deliler taklit bir günah oluştururlar; kötülükler yapmayı tasarlarlar: İradeleri hatalıdır” (Swain, 1932). Tanrı’yı görme yeteneğinde olmadığından, deli yeryüzünde rahat yaşama veya cennete ulaşma olasılığından yoksun bırakılır.
İngiliz oyunlarında Kötü Ruh ya da Kötülük genellikle bir soytarı olarak çizilir (Busby, 1928). “Suçlu deli” modelinin en iyi örneği Brant’ın Narrenschiff ya da “Gemi veya Deliler”idir. (1494). O, delilerde komik bir şey göremez; deli yalnızca günahkâr bir insandır, kendi ebedî ilgilerine duyarsız kalacak kadar aptal ve kısa görüşlüdür. Brant gemiyi metaforik olarak “istenmeyenlerin taşıyıcısı” bir şey anlamında kullanır. Onun yolcuları ihmalkâr anababalar, nankör çocuklar, gevezeler, bilge görünmek için kitap koleksiyonu yapanlar, vb.ni kapsar. İnsanlara Cennet’e giden tek yol olarak moral yasalara uymalarını öğütler.
Ortaçağ dokusunun dağılması insanları evrende bir yalnızlık, huzursuzluk hissiyle baş başa bıraktı. Bu yüzden, “hepimiz (akıllılar ve deliler) öleceksek, belki de delilerin yaptığı gibi kendi zayıflığımıza katlanmalıyız.” Lydgate’nin şiirinde (Delilerin Düzeni) deli muhalif ve mutlu isyankâr olarak övülür. Lydgate insanın yeryüzünde ya da Cennet’te kendine uygun bir amaç bulamayacağını ileri sürer.
Ortaçağ sonlarında birkaç festival delisi örneği vardı:
(a) Bahar Oyunları: Festival delisi kavga çıkaran bir kimse (“Karışıklık Lordu”) olarak görünür.
(b) Deliler Bayramı: 12. yüzyılda geçici karışıklıkları vurgulamak amacıyla alt düzey ruhban tarafından icat edildi.
(c) Fransız Güldürü (Neşe) Toplulukları: Deliler Bayramı’nın laikleştirilmesini temsil eder.
Bunlar hiciv ve toplumsal eleştiri yapmak amacıyla geleneksel delinin kukuleta ve çıngıraklı giysilerini uyarlamış genç gruplardı. Deliler Bayramı’nın nadir eğlencelerinin tersine bunlar kendilerini bütün toplumun “büyük bir deliler sahnesi” olarak temsiline adayan kalıcı örgütlenmelerdi.
Güldürü Toplulukları “Delilik Ana’nın evrensel idaresi” mesajını iletmek için ana araç olarak “soti”leri ya da “moralite oyunları”nı kullandılar. Soti deli simgesinden diyalektik bir şekilde; dönemin felsefesini yansıtmak için (a) bir alay ve günahkârlık nesnesi olarak (örneğin, güçlü figürler farklı bir deli tiplerinin arasına katılmıştı), (b) bir imrenme ve doğruyu söyleme nesnesi olarak (örneğin genellikle başıboş yaşam övülüyordu) yararlanıyordu.
Diğer bütün çalışmalar bir yana, deliliğin tanımındaki belirsizlikleri kullanarak zamanının havasını en iyi şekilde yansıtan, Erasmus’un Deliliğe Övgü’sü olmuştur. Erasmus insanın hayatı boyunca bir deli olduğunu görür; bunun bir kısmı reddedilmeli, bir kısmı alkışlanmalıdır. Gerçi Brant da yapmıştır ama, çeşitli kılıklar içindeki delilerin listesini Erasmus da sıralar: Varlıklı, bilgili, vb. Daha da ileri giderek, “Delilik bir zayıf1ık olabilir, ama insanın en büyük gücüdür de” der. Hazzı mümkün kılan şeyin Tutku, bizim mantıksız yanımız olduğu iddiasındadır. İnsana yaratıcı içgüdülerine boyun eğmesini öğütler; deliliğin aslında sağlıklılık, Doğa’ya göre normal yaşam olduğunu savunur. Erasmus, başkalarının kusurlarını görmeseydik toplumda yaşayamayacağımıza dikkati çeker. Kendini sevmeyi yüceltir, yoksa hayatta ne amacımız olurdu, diye. Erasmus Tanrı’yı sahiden sevmek için coşkularımızın gerekli olduğu sonucuna varır: Mağfiret Devleti kutsal bir tür deliliktir. Erasmus’un çalışmasında saklı olan şey, deliliğin insanlığın özü olduğu ve bütün insanların şu ya da bu anlamda deli oldukları anlayışıdır.
Enid Welsford “Erasmus iki dünya arasında durdu ve delilik imgesini gördü” demişti. Delilikteki bilgeliğin açığa çıkarılmasına ilişkin benzer temalar Shakespeare ve Cervantes’te de yankısını bulmuştur.
Rönesans delilikle son iletişimimizi gösteriyordu. Klasik Dönem (ya da “Akıl Çağı”) sırasında, kuralı akıl koydu: “Akıl, Ortaçağ Tanrısı’nın yerini aldı; ama Tanrı’nın gözünde, delilik sergilenmeliydi, aklın gözündeyse, gizlenmeli” (Mora, 1975). 1656’da XIV. Louis Hospital General’i (Genel Hastane) kuran bir ferman yayınladı. Paris halkının % l’den çoğu bu kurumsal sisteme (Salpetriere, Pitie, Bicetre’den oluşuyordu) kapatıldı. Amaç, her iki cinsten, her yaştan ve her yerden yoksul insanları, hangi durumda olurlarsa olsunlar; ister sağlıklı ister sakat, ister hasta ister nekahet halinde, ister iyileşebilir ister iflah olmaz olsun, denetim altına almaktı. Sakinlerin en az onda biri delilerdi (Foucault, 1965). Fransız Genel Hastanesi; İngiliz Yoksullar Yasasının yürürlüğe girmesi ile Britanya ve Sömürge Amerikası’ndaki düşkün evleriyle paraleldi (Deutsh, 1949; Zilboorg, 1941). Foucault akıldışına saldırının temelde tıbbî değil toplumsal olduğu varsayımında bulunmuştu. Amaç düzeni korumak ve kamu güvenliğini, toplumun ahlâkî dokusunu, burjuva aileyi ve onun mülkiyet ilişkilerini sürdürmekti. Böylece delilik varoluştan, bir başka dünyanın göstergesi olmaktan (Rönesans anlayışı) çıkarak varolmanın, hayvanîliğin belirtisi haline geldi.
Szasz (1970) ve Foucault’ya (1965) göre tıbbın delilikle uğraşma işini üstüne almasına yol açan şey, 18. yüzyılın bitiminde Kilise’nin çökmesiydi. 19. yüzyıl boyunca öteki alanlardaki kuvvetli pozitivistik eğilimin de desteğiyle, bir “akıl hastalığı bilimi” gelişti. Bu bir diyalog değil, gözlem ve tasnif düzeniydi: “Delilik ancak görüldüğü kadarıyla vardı.” Kraepelinci sınıflandırma şeması pozitivistik düşüncenin paradigmasıdır. Bu eğilim bugüne kadar sürmüştür. (Psikanaliz pozitivizmden bir uzaklaşmayı temsil eder; bununla birlikte, esas olarak nöroza yönelik bir açıklama olarak kalmış ve taraftarlarının çoğu psikozun incelenmesinden kaçınmıştır.)