top of page

yas ve melankoli

MTgzNjUyMzc0NzY1MDUzNjU3.webp

YAS NEDİR NASIL TUTULUR?

 

Yas, sistemli olarak, sevilen bir kişinin kaybına ya da bir kimsenin yerini alan bir soyutlamanın –birinin ülkesi, özgürlüğü, bir ideali vs.– kaybına verilen bir tepkidir. 

 

Burada söz konusu olan “kayıp” yalnız ölüm/yokoluşla yaşanmaz. Kişinin hayatından onun iradesi dışında yaşanan eksilme ile (örneğin terkedilme) de açığa çıkabilir.

 

Ölüm, sevgi nesnesinin yokoluşuyken, doğal ölüm, başta din olmak üzere pek çok oldu tarafından yaşamın organik bir parçası olarak tanımlanmış ve yaşamın mutlak sonu olarak da değerlendirilmiştir. Bu bağlamda bilgisizlikten bilgiye geçişten önce Hamlet açısından babasının görece genç yaşta da olsa-bütün ölümler gençtir- ölümü organik, annesinin kaybı ise inorganiktir. Hamlet’in üstünde yas giysileri vardırHayaletin bilgilendirmesi sonucu değişen dengede

 

Yasın belirtileri
1.evre: Birkaç saat-birkaç hafta arasında değişebilen bu evrede kişi yokluğun gerçekliğini kavramakta zorlanır. Yaşadıkları karşısında şaşkın, donuk, tepkisiz olabilir, boşluk ve gerçekdışılık duyguları yaşayabilir. Bu dönemde hatırlamada güçlükler, bedensel belirtiler görülebilir.

2.evre: Kişi kaybın acısını giderek daha fazla hisseder, yoğun üzüntü ve özlem duyguları yaşar, kaybedileni arar, ağlamalar olur. Öfke, huzursuzluk, korku ve heyecan, konsantrasyon güçlüğü, ilgi duyulan ve keyif alınan şeylere yönelik isteksizlik görülebilir. Zihin kaybedilenle ve kaybedişle meşguldür. Bu evre günler-haftalar boyu devam edebilir.

3.evre: Kaybın geri dönmeyeceği gerçeğinin giderek fark edilmesiyle ümitsizlik ve çaresizlik duyguları ortaya çıkar, buna bağlı olarak yorgunluk-bitkinlik, isteksizlik ve ilgi kaybı ön plandadır.

4.evre: Aylar içinde kayıbın kesinliğinin ve sonuçlarının kabullenilmesiyle kişinin özlem ve üzüntü duygularının yoğunluğu giderek azalır. Anılar yitirilmemekle birlikte, kişi kayıptan önceki haline döner, yaşamını yeniden düzenler, gelecegˆe dair umutlar ve tasarılar yeniden kazanılır. 

Bazen sevilenin ani kaybı, beklenmedik bir şekilde, özellikle bombalama, savaş, şiddet gibi olayların sonucunda gerçekleştiğinde ve/veya kişi bunlara tanık olduğunda yas süreci karmaşık bir hal alabilir, yas belirtileri daha şiddetli olabilir ve daha uzun sürebilir. Bu süreci travmatik yas olarak adlandırabiliriz. 

 

Kabullenmeye geçiş öncesinde kişi şu aşamalardan geçebilir;

 

İnkar ve şok. 

 

Pazarlık.  Bu pazarlıkta, genellikle yaşamın eğlenceli ve zevkli bir bölümü, kaybedilen insanın geri gelmesi için sunulur. Burada halen ölümün geri dönülmezliğinin bir çeşit inkarıyla birlikte kişinin mahrumiyet ile bedel ödeme ihtiyacı vardır.

 

Kızgınlık.  Kişi kendisini geride bırakıp gittiği, yaşamdayken yaptığı ya da yapmadığı şeyler için ölene kızgınlık duyabilir, bu kızgınlığını başkalarına yöneltebilir.

 

Suçluluk.  Adalet arama. Kişi,  ölümün adaletsizliğine karşı çıkar ve yaşadığınız kaybın bir şeyin bedeli olup olmadığını anlamaya çalışır,

 

Yas sürecinde yaşanan bu evreler sıralı bir gidiş sergilemez ve evreler arasında keskin sınırlar yoktur. Kişi evreler arasında zaman zaman gidiş gelişler gösterebilir. Genellikle tek bir döngü (inkar, öfke, pazarlık, depresyon, kabul) yeterli olmaz ve döngü tekrarlayabilir

.
Yas sürecinde aşağıda verilen belirtiler görülebilir: 

Bedensel tepkiler: Baş ağrısı, göğüs ağrısı ve göğüste sıkışma hissi, boğazda düğümlenme, yutkunma güçlüğü, açlık hissi, bulantı, kusma, kabızlık veya ishal, nefes darlığı, çarpıntı, adet düzensizlikleri, kaslarda seyirme, gerginlik ve kasılmalar, uyku düzensizlikleri, iştah değişiklikleri, halsizlik ve yorgunluk

Duygusal tepkiler: Ölümü inkar etme, üzüntü, ağlama, özlem, öfke, sıkıntı, güvensizlik, tedirginlik, aklını yitireceği-delireceği korkusu, hayata karşı ilgi ve istek kaybı, hiçbir şeyden zevk alamama, hiçbir duygu hissedememe, geleceğe dair umutsuzluk ve karamsarlık, yalnızlık, çaresizlik.

Ruhsal tepkiler: Ölen kişinin hala yaşadığını, var olduğunu hissetme, sesini duyma, hayalini görme, hayat ve ölüm kavramlarını sorgulama

Bilişsel tepkiler: Ölen kişiyi ve ölümü düşünme-düşünmeye engel olamama, kendini suçlama, kendine kızma, pişmanlık, ölüm anını tekrar tekrar hatırlama, hatta çok canlı bir biçimde yaşama, kararsızlık, dikkatini toparlamakta zorlanma, bellek sorunları

Davranışsal tepkiler: Amaçsız bir aşırı hareketlilik, kendini tamamen başkalarına yardıma adayarak kaybın acısından kaçınma, insanlardan uzaklaşma ve görüşmek istememe, ölen kişinin eşyalarına, bulunduğu yerlere aşırı yönelme veya bunlardan uzak durmaya çalışma, mezara sık gitme veya gidememe, alkol ve/veya ilaç kullanma, cinsellikle ilgili değişiklikler.

 

Sevilen nesnenin artık var olmadığı gerçeğiyle ard arda yaşanan gündelik yüzleşmeler, söz konusu nesneye bağlı bütün libidonun geri çekilmesine neden olur ya da talep eder. Bu talep, anlaşılabilir bir karşı koymayı doğurmaktadır – insanların libidinal bir konumu, ikame bir nesne onlara işmar ettiği zaman bile, asla istekli bir biçimde terk etmediklerini genel gözlem ortaya koymaktadır. Bu karşı koyma bazen öyle güçlü bir hal alır ki gerçeklikten bir uzaklaşma ve sanrısal psikozun oluşturduğu bir ortam aracılığıyla nesneye bir yapışma hali meydana gelir. Libidonun nesneye bağlandığı her bir anı ve beklenti tek tek belirir, aşırı katektik enerjiyle yüklenir ve libidonun nesneden ayrışması bu doğrultuda böyle tamamlanır. Yas çalışması sona erdiğinde ise ego ketlemeden kurtulur ve yeniden özgürleşir.

 

TRAVMATİK YAS


Yas tepkisinin oluşabilmesi için ilişki gereklidir. Yas tepkisi ilişki kurulan kişinin kaybedilmesi ile başlar (Toth, Stockton ve Browne, 2000; akt.: Gizir, 2006). TDK yas kavramını, ölüm veya bir felaketten doğan acı ve bu acıyı belirten davranışlar, matem olarak açıklamıştır. İngilizce'de ise yas ile ilgili üç kavram vardır;
Breavement: Sevilen birinin kaybedilmesi durumu, kayıp yaşama
Mourning: Birinin ölümünden dolayı üzülmek, üzüntü yaşanan zaman
Grief: Sevilen birinin ölümünden dolayı yaşanan büyük üzüntü (Oxford Wordpower Dictionary).
Bu üç kavramın birbirinden farkı önemlidir. Breavement durumun nesnel ifadesi, mourning verilen tepki veya bu tepkilerin meydana geldiği zaman, grief ise bir kişinin öznel tepkisidir. Bu kavramları breavement: kayıp yaşama, mourning: matem, grief: yas olarak düşünebiliriz.
Kayp yaşama, kişinin önem verdiği birini ölüm nedeniyle yitirmiş olması nedeniyle içinde bulunduğu nesnel durumdur. Matem; kişinin duygularından bağımsız, açıklayıcı bir edim ya da harekettir. Yas kavramının ise birçok farklı tanımı yapılmıştır fakat bu tanımların ortak noktası yasın kişinin verdiği öznel tepki olmasıdır (Weiss, 2001; akt.: Gizir, 2006; Malkinson, 2009).
Birçok insanın kayıp yaşadıktan sonra yaşama uyum sağlayabileceğini hatırlamak önemlidir, kayıp yaşayan insanların yaklaşık olarak %80-90'ı normal veya karmaşık olmayan yası deneyimler. Normal veya karmaşık olmayan yas kişinin acı olsa da ölümü kabullenerek hayata devam etmesini gerektirir (Berger, Suhster ve Roenn, 2007). Normal yas bir kayıp sonrası doğal bir sonuç olarak bireylerde gözlenen ortak fiziksel, duygusal, bilişsel ve davranışsal tepkilerin varlığını tanımlamaktadır (Weiss, 2001; akt.: Gizir, 2006). Berger ve ark.'a göre (2007); normal yas yaşayan insanlar yaklaşık olarak 6 ay sonra hayatlarını devam ettirebilmektedir.
Gizir'e göre (2006), ortak yas tepkileri fiziksel, bilişsel, duygusal ve davranışsal olmak üzere dört ana başlıkta toplanır. Fiziksel yas tepkileri; midede boşluk hissi, nefes alamama, boğulacakmış gibi olma, ağız kuruluğu, güç kaybı, çabuk yorulma, seslere aşırı duyarlılık, göğüs ve boğazda gerginlik ve tükenme tepkilerinden oluşabilir. Bilişsel yas tepkileri; inanmama, kafa karışıklığı, konsantrasyon bozukluğu, karar vermede güçlük, kayba yönelik aşırı zihinsel meşguliyet, kaybın varolduğuna yönelik inanç ve sanrılardan oluşabilir. Duygusal yas tepkileri; saşkınlık ve şok, üzüntü, kızgınlık ve öfke, suçluluk, kaygı, çaresizlik, bitkinlik, uyuşukluk, yalnızlık, özlem ve rahatlamadan oluşabilir. Davranışsal tepiler ise; uyku düzensizliği, iştah düzensizliği, ağlama, sosyal içe çekilme, tekrarlayan rüyalar, kaçınma, iç çekme, aşırı hareketlilik, anlımsız etkinlikleri sürdürme, organize bir etkinliği sürdürememe ve sürekli ölen kişiyi hatırlatıcı yerlere gitmek ya da ona ait eşyaları taşımak tepkilerinden olıuşabilir.
Yakın birinin kaybedilmesi bir dizi psikiyatrik hastalık için yüksek risk faktörüdür. Majör depresyon, genellenmiş anksiyete bozukluğu, panik bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, alkol veya madde kullanımı gibi hastalıklar bunlara örnek gösterilebilir (Jacobs, 1999).
Yazarlar ölüme karşı gelişen, normal yastan ve ve majör depresyon, panik bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu gibi hastalıklardan farklı tanı kategorileri olduğunu düşünmüştür (Horowitz ve ark., 1997; Jacobs, 1993; Pierson ve ark., 1995/1997). Literatürde birçok farklı isimle ifade edilmiş tanı kategorileri vardır. Kronik yas, gecikmiş yas, abartılmış yas, maskelenmiş yas, patolojik yas (Bonanno ve Kaltman. 2001). Güncel tartışmalar ise Horowitz ve ark.'nın önerdiği Karmaşık Yas Bozukluğu ile Piegerson, Maciejewski, Pilkonis, Wortman, Williams, Wildiger, Davidson, Frank, Kupfer, Zisook, Jacons gibi birçok yazarın üzerinde çalıştığı Travmatik Yas üzerinde sürmektedir.
Karmaşık yas; Zhang, El-Jawahri ve Prigerson tarafından (2006) kaybın ardından en az 6 ay geçmesine rağmen bireyin sosyal ve mesleki yaşam alanlarındaki işlevselliğin giderek bozulması olarak tanımlanmıştır (akt.: Gizir, 2006).
Prigerson ve Maciejevski'ye göre (2005/2006); karmaşık yas tanı kriterleri;
A Kriteri: Kaybedilen kişiyle ilgili kalıcı ve kronikleşmiş yas tutma, özleme
B Kriteri: Aşağıdaki sekiz belirtiden en az dördünün gün içinde birkaç kere zorlayıcı, bozucu derecede görülmesi;
1. Ölümü kabullenememe
2. Diğerlerine güvenememe
3. Ölüme bağlı aşırı öfke ve acı
4. Hayata devam etmede zorluk
5. Duygusal boşluk yaşama ve diğerleri ile ilişki kurmada zorluk
6. Kaybedilen kişi olmadan hayatın boş ve anlamsız olduğu düşüncesi
7. Geleceğin karanlık olduğu düşüncesi
8. Tedirginlik
C Kriteri: Belirtilen semptomların kişinin işlevselliğini bozması
D Kriteri: Belirtilerin en az altı ay sürmesi.
Tanı konula bilmesi için bütün kriterlerin karçılanması gerekmektedir.

Travmatik yas ise Parkers tarafından (2001) şu şekilde tanımlanmıştır: Beklenmedik bir anda ve özellikle şiddet ya da korkunç bir olay sonucu meydana gelen ölüm sonucu sevilen birinin kaybı ardından bireyde oluşan tepkilerdir.

Travmatik Yas tanı kriterleri ise şu şekildedir:
A Kriteri:1) Kişinin bir yakınını ani, beklenmedik ve vahşet içeren şekilde ölümü,
2) Kişinin yitirdiği kişi ile ilgili uğraşlar (arama, özleme, hasret çekme) içinde olması.
A kriterinin iki koşulu da sağlanmadan tanı konulamaz.
B Kriteri: Travmatize olmanın yasa özgün belirtileri. Aşağıdaki belirtilernden en az dördünün olması gerekir.
1. Geleceğe ilişkin anlamsızlık hissi,
2. Duygusal tepkisizlik, kopukluk, donukluk hissi,
3. Şok, taşlaşma hissi,
4. Ölümü kabulde güçlük,
5. Hayatın anlamsız ve boş olduğu hissi,
6. Kaybedilen kişi olmadan da yaşamın anlamlı olabileceğini hayal edememe,
7. Bir parçasının yok olduğu hissi,
8. Dünyanın darmadağın olduğunu düşünme,
9. Emniyette olamama, güvensizlik hissi,
10. Ölen kişiye zarar verdiğine ilişkin gerçek olmayan düşünceler,
11. Ölümle ilgili aşırı öfke, acı ve huzursuzluk hissidir.
C Kriteri: Sayılan belirtilerin en az iki ay sürmesinin tanı koymak için gerekli olduğu görüşünde bir uzlaşma olmakla birlikte bu sürenin başlama zamanı konusu hala tartışmalıdır.
D Kriteri: Sayılan belirtilerin psikososyal işlevlerde aksama yaratmasıdır.
Tanı konulabilmesi için dört kriterinde karşılanması gerekmektedir (Jacobs, 1999; akt.: Sezgin, Yüksel, Topçu, Dişcigil, 2004).

Neden Yas tamamlanmaz?
Eğer enfeksiyon kapmazsa eldeki bir kesik gibi yas da zamanla iyileşir. Ancak ölümün reddedilmesi ve yalnızlığın ağırlığından dolayı birçok insan yas sürecini enfeksiyonlu yaşar, bu da yasın iyileşmesini geciktirebilir veya tamamen durdurabilir (Cinebell, 1992). Worden (2009), yasın tamamlanmasını engelleyen bir dizi faktör önermiştir; kaybedilen kişi ile kurulan ilişkiye özgü faktörler, kayıp şekline bağlı faktörler, psikiyatrik geçmiş, kişisel özellikler, sosyal faktörler.

İlişkiye özgü faktörler;
• Ambivalans: Öfke ve suçluluk
• Ölen kişiyle özdeşleme
• Eski olayları gündeme getirmesi (istismargibi... Düşük öz güven, kendini suçlayıcı)
• Hayaller
• Aşırı bağımlı ilişkiler

 

 

 

MELANKOLİ

 

 

"Derin bir üzünç ile genelleşmiş bir kötümserliğin kök salıp şekillendirdiği patolojik durum" olarak tanımlanan melankoli üzerine kapsamlı ilk tıbbî araştırmalar M.Ö. 4'üncü yüzyılda, Kos Adası Tıp Okulu'ndan Hipokrat tarafından yapılır ve İnsanın Doğası isimli kitabında melankoliyi ilk olarak şöyle tanımlar: "Çökkün, umutsuz, bütün cesaretini yitirmiş bir durum; acı içinde kıvranma, ışıktan ve insandan kaçma, karanlığı sevme, konuşmaktan, herhangi bir şeye, soruya muhatap olmaktan kaçınma, karın ve diyafram bölgesinin dışarıya doğru çıkmış gibi görünümü ve buraya dokunulduğunda ağrılı olması... Bu insanlar korkulu bir şey görmek, üzüntülü bir haber duymak istemezler. Hastalık genellikle sonbaharda ortaya çıkar. Hastalar çok halsiz görünürler. Çok az yemek yerler."

 

Hipokrat insanların karakterlerini belirleyen dört temel özsu olduğunu söyler. Bunlar; kan, salgı/phlegma (yahut balgam), sarı veya kırmızı safra ve kara safradır. Bunlardan kara safra, melankolinin karşılığıdır. Öyle ki 'melankoli' kelimesi de Yunancadaki melas (kara) ile khole (safra) kelimelerinden oluşmaktadır. Bu dörtlü şema, İyonya doğa filozoflarının, evrenin, toprak, hava, su, ateş gibi dört temel maddeden oluştuğu yolundaki savlarından esinlenerek düşünülmüştür ve bu dört özsu aynı zamanda yaş dönemlerine ve mevsimlere de denk düşmektedir. Bu düşünceye göre insanda çeşitli elementlere benzeyen dört özsu vardır, her biri yılın bir mevsiminde çoğalır, her biri yaşamın bir döneminde baskınlaşır.

Kan havaya benzer, ilkbaharda artar ve çocuklukta baskındır. Kara safra yahut melankoli toprağa benzer, sonbaharda çoğalır ve olgunlukta baskındır. Sarı safra, ateşe benzer, yazın çoğalır ve gençlikte baskındır. Salgı, suya benzer kışın çoğalır ve yaşlılıkta baskındır. Eğer bunlar bedende çok fazla yahut çok düşük miktarlarda değilse insanın bütün güçleri tam demektir. Yani, sağlık dört suyun dengesiyle tanımlanırken, hastalık sulardan birinin baskın çıkmasından kaynaklanır..

 

İbn Sina bu dört hılt'ın (sarı safra, kan, sevda, balgam) her insanda özel ve benzersiz bir şekilde karıştığını, kişiye özel bir denge oluşturduğunu söyler ve kişiye özel ortaya çıkan ruhsal, bedensel, zihinsel özelliklerin bütününe mizaç der. İbn Sina bu çerçevede 'ahlat-ı erbaa'da dört temel mizaçtan bahseder: Safravi, demevi, sevdavi, balgami. Bu mizaç tiplerinden tarih boyunca en çok bahsedilen ve ilgi çeken şüphesiz ki, sevdavi mizaç olmuştur. İbn Sina'nın "Melankolinin Teşhisi ve Tedavisi" başlıklı makalesinde bu mizaç türünü melankoliyle ilişkilendirilir. Büyük âlime göre düşünce ve zanlar tabiî mecrasından saparak korku ve çaresizliğe dönüşür ve buna 'malenkolia' denir. Sevdavi mizaç kişiye egemen olup beyindeki hayat merkezini içerden sarmayı başararak karanlık etkisiyle onu korkuya sevk eder, yalnızlık ve endişe kaynağı oluşturur. Beyni mesken tutan sevda, ağırlıklı olarak kalpten neşet eder ve tedavisinde hem kalp hem beyin dikkate alınmalıdır. Eğer sevdavi mizaç bedenin bütününü istila ederse bu madde bütün bedene yayılır ve verem riskini arttırır.

Peltekler, keskin zekalı olup çabuk konuşanlar, yüzü kızıla çalan aceleciler, kıllı esmerler, damarları dışarı fırlamış olanlar, kalın dudaklılar İbn Sina'ya göre melankoliye yatkındırlar. Zira bu nitelikler kalpteki hararetin ve beyindeki nemin bir göstergesidir. Melankolinin kışın azaldığı, yazın ve sonbaharda çoğaldığı gözlemlenmiştir. Çünkü bu mevsimlerde bedenin salgı ve karışımları kana daha fazla pompalanır ve kan dolaşımındaki bu hız ve heyecan sevda hıltını körükler.

 

İbn Sina melankolinin tedavisi için şöyle bir yol haritası çizer: "Her halükârda hasta sevindirilmeli, eğlencelere katılmalı, mutedil iklimin hâkim olduğu yerlerde yaşamalı, kaldığı meskeni sık sık havalandırmalı, yattığı yer ve çevresine güzel kokular sürülmelidir. Gezerken, otururken daima kaliteli hoş kokular kullanmalı, iyi malzemeden yapılmış lezzetli ve hafif yemekler yemeli, yaş-taze meyve usaresi emmeli, mizacına uygun besinlerle bedenini güçlendirmeli, yemekten önce kısa bir hamam sefası yapmalı, başına ılık su dökmelidir. Hasta, aşırı terlemekten, baklagiller familyasından, kuru etten, mercimekten, lahanadan, aşırı tuzlu, asitli, acı, ekşi yiyecek ve içeceklerden kaçınmalıdır. Zaman zaman tatlı ve kaymak yemelidir.".

 

Antikçağda ise Aristoteles, kendisine atfedilen Problemata’nın XXX. kitabına şu soruyla başlar: “Neden felsefede, siyasette, şiirde, sanatlarda bütün sıradışı adamlar bariz kara safralı?” Devamında her insanda kara safra bulunduğunu anlatır ve mesela yenilen şeylere göre arada bu suyuğun dengesinin bozulup hastalıklara neden olduğunu söyler. Ancak dış bir etkenle kara safranın niteliği ya da niceliği değişerek hastalığa kapılanlar dışında ona göre bir de kara safralı doğanlar vardır. İşte sıradışı olanlar —felsefe, siyaset, şiir ve sanatta öne çıkanlar— bu doğuştan kara safralı olanlardır. Böylece melankoli sadece tıbbın tanımladığı bir hastalık olmaktan çıkmış, deha ve yaratıcılığın kaynağı gibi de görülmeye başlanmış. Sonrasında da, bir yandan kültürel bir kavram bir yandan da tıbbi bir kavram olarak hem farklı hem de bir şekilde birbiriyle ilişkili olarak tanımlanagelmiş.

 

Alm. Melancholie, Schwertmut (f), Fr. Melancolie (f), İng. Melancholia. Ruhsal ve bedensel yavaşlama; keder, sıkıntı, intihar arzusuyla olan ve “psikotik depresyon” da denen bir akıl hastalığıdır. Daha ziyâde 30 yaşından sonra görülür. İrsiyetin rolü vardır. Oluş sebepleri çok çeşitlidir. Bunlar: Psikofizyolojik faktörler; organsal, toksik, infeksiyöz, travmatik, hormonal, nörolojik, sosyo-ekonomik sebeplerdir. Kişi başlangıçta mizaç ve karakter değişikliğine uğrar. Hassaslaşır, çabuk duygulanır, ağlar, kolay heyecanlanır, sinirlenir. Karamsardır, karar vermekte zorluk çeker. İntelektüel (ânî karar verme) kapasitesi azalır. Hareket ve davranışlarında yavaşlama olur. İşinde zorlanmalar ve başarısızlıklar görülür. Bunlara baş ağrısı, hazımsızlık, gaz, kabızlık, titremeler ilâve olabilir. Uyku ve iştah kaybolur. Saplantı (obsesyon) ve korkular görülür. Endişe ve güvensizlik ortaya çıkar. Yüzü ıstırabı yansıtır. Az konuşur. İntihar edebilir.

 

Melankolik Özellikli Majör Depresyon

Melankolik özellikli majör depresyonda kişiler önceden zevk aldıkları neredeyse hiçbir aktiviteden zevk almamaya başlarlar ve kişiye majör depresif bozukluk tanısı konulabilmesi için aşağıdaki belirtilerden en az üç tanesini daha sergilemeleri beklenir;

  • Zevk alınan çoğu/tüm aktivitelerden zevk alamama

  • Yaşanan iyi olaylar karşısında tepkisizlik

  • Psikomotor davranışlarda farklılaşma

  • Şiddetli suçluluk duygusu

  • Uykusuzluk

  • Sabah yaşanan depresyonda artış

 

 

 

Melankoli’nin karakteristiği farklı kaynaklarda; Derinlere kök salmış ıstıraplı bir keder, dış dünyaya yönelik ilginin kesintiye uğraması, sevme kapasitesindeki bir azalma, etkinliğin neredeyse bütüncül bir biçimde ketlenmesi, özsaygı duygularının, ifadesini kendini suçlama ve kendini aşırı eleştirme biçiminde bulduğu ve kuruntu düzeyinde bir cezalandırılma; kısaca yastan farklı olarak özsaygıda tahribat; Dalgınlık, durgunluk, sıkıntı ve tedirginlik olarak tanımlansa da, “psikotik depresyon” da denilen melankolinin birbirinden farklı davranış modelleriyle açığa çıkan 8 evresinden bahsedilir;


1. Hafif şekiller: İç organ şikayetleri, ağrılar, kabızlık, uykusuzluk, cinsi (seksüel) yetmezlik, durgunluk, takatsizlik, kuruntular.
2. Subakut melankoli (melankolik depresyon): Zayıflık, yorgunluk, takatsizlik, durgunluk, neşesizlik.
3. Nevrastenik şekil: Çabuk yorulma, çalışma gücü kaybı, dikkat ve hafızada zayıflama, baş ağrısı, çarpıntı, mide-barsak bozuklukları, cinsi (seksüel) yetmezlik.
4. Stuporlu şekil: Koma gibi yatar.
5. Ajitasyonlu şekil: anksiyete ve aşırı hareketlilik olur.
6. Hezeyanlı melankoli: Paronoit (şüpheler), başkalarını ve kendini suçlamalar, küçüklük kompleksi, inkarlar.
7. Hallüsinasyonlu melankoli: Hayaller görülebilir.
8. Kronik melankoli: Uzun süren tipidir. Bu hastalığın hastanede tedavisi gerekir. Elektroşok ve ilaç tedavileri uygulanır.

 

Envolüsyonel melankoli’de – genellikle orta yaşlarda baş gösteren, yaşdönümü çökkünlüğü de denilen bir tür depresyon çeşidi – ajitasyon durumu olur. Böyle bir durumda hasta, uzun süreli işleri yapamaz hale gelir. Yerinde duramaz, sürekli bir dolanma hali gözlemlenir, ellerini oğuşturur ve benzeri huzursuzluk belirtileri ile kendini belli eder.Ajite vak’alarda  huzursuzluk, tedirginlik ve telâş, endişe dolu bakışlar dikkati çeker. Kadim Grek alfabesindeki aynı isimli harfe benzediği için omega melânkolika[Ώ] denen kaş çatıklığı tipiktir. Yüzünde endişe veya tam tersine, apati hâkim olabilir. 

 

Melankolik birinin, vicdan azabı ve kendini-suçlama yoluyla normal bir biçimde ezilmiş biriyle aynı biçimli davranışlar sergilememesi çarpıcıdır. Vicdan azabının ve kendini suçlamanın ayırıcı niteliği olan diğer insanlar karşısındaki utanma duyguları melankolikte yoktur ya da en azından öne çıkmazlar. Onda tam tersi bir çizgiyi izleyen ısrarlı bir konuşkanlık vardır ve bu konuşkanlık kendi benliğinin teşhiriyle tatmin bulur.

 

Gerisin geri başkasına yansıtılmış olan bu öz-kınamaların içerisinde birkaç sahici eleştirinin bulunmasında şaşılacak bir şey yoktur. Bunların sızmasına izin verilir; çünkü bunlar diğerlerini maskeler ve meselelerin gerçek durumunun anlaşılmasını olanaksızlaştırır. Daha da ötesi, bunlar, sevginin kaybına götüren sevgi çatışmasının artılarıyla eksilerinden türerler. Şimdi hastaların davranışı da çok daha anlaşılır duruma geliyor. Onların şikâyetleri, gerçekte, sözcüğün eskiden taşıdığı anlamla ‘feryat’ durumundadır. Utanç duymazlar, kendilerini saklamazlar; çünkü kendileri hakkında söyledikleri onur kırıcı her şey, diplerde bir yerlerde, başka biri hakkında söylenmiştir. Daha da ötesi, çevrelerinde bulunanlara yönelik olarak, böylesi değersiz insanlara yaraşır tevazuu ve itaati sergilemekten de uzaktırlar. Aksine kendilerini sürekli baş belası haline getirirler ve daima, küçümseniyormuş gibi, çok büyük bir adaletsizliğe maruz kalıyormuş gibidirler. Bütün bunlar mümkün olmaktadır, çünkü melankoliklerin davranışı hâlâ zihinsel bir isyan durumu içinden yol almaktadır ve bu isyan, belirli bir süreci izleyerek, melankolinin oluşturduğu ezilmişlik durumuna sıçrama yapmıştır.

Bu süreci yeniden inşa etmek çok da zor değil. Bir nesne-seçimi, libidonun belirli bir kişiye iliştirilmesi, bir süre için varolmuştur; ardından gerçek bir kaymaya ya da sevilen insandan duyulan hayal kırıklığına bağlı olarak nesne-ilişkisi parçalanmıştır. Sonuç da normal yolu izleyerek, libidonun bu nesneden çekilmesi ya da başka bir nesneye kaydırılması biçiminde olmamıştır da başka bir şey olmuştur ki bunun olması için de çeşitli koşulların mevcut olması gerekmektedir. Nesne-yatırımının pek az direniş gücünün olduğu kanıtlanmıştır ve neticelenmiştir. Fakat serbest libido bir başka nesneye doğru yer değiştirmemiş; egonun içine geri çekilmiştir. Ama orada da belirsiz bir biçimde durmamış, egonun terk edilen nesneyle özdeşleşmesinin tesis edilmesine hizmet etmiştir. Böylelikle egonun üzerine nesnenin gölgesi düşmüş ve böylelikle de ego bir nesneymiş gibi, vazgeçilmiş bir nesneymiş gibi, özel türde bir failin yargılamalarına açık hale gelmiştir. Böylece bir nesne-kaybı bir ego-kaybına dönüşmüş ve ego ile sevilen kişi arasındaki çatışma da egonun eleştirel etkinliği ile özdeşleşmenin başkalaştırdığı ego arasındaki bir bölünmeye dönüşmüştür.

 

Melankoli, kimi özelliklerini yastan, kimi özelliklerini de narsistik nesne-seçiminden narsisizme bir gerileme sürecinden alır. Bir yandan, tıpkı yas gibi, sevilmiş bir nesnenin gerçek bir kaybına verilmiş bir tepkidir; fakat diğer yandan bunun üstüne çıkar: Normal bir yasta olmayan ya da olsa bile yasın kendisini patolojik bir yasa dönüştüren bir etken tarafından damgalanmış durumdadır. Bir sevgi-nesnesinin kaybı, sevgi-ilişkilerinde müphemliğin etkin olması ve açığa çıkması yönünde mükemmel bir fırsat sunar. Takıntılı nevroza bir eğilimin olduğu yerde, müphemliğe dayanan çatışma yası patolojikleştirir ve yas tutan kişinin sevilen nesnenin kaybından ötürü kendisini suçlamasına, yani aslında bunu istemiş olduğu görüşüne doğru kaymasına neden olarak, yası, kendini aşağılama biçimi altında ifade bulmaya zorlar. Sevilen bir kişinin ölümünü izleyen bu takıntılı depresyon durumları, libidonun gerileyici bir biçimde geri çekilmediği zamanlarda, müphemliğe dayanan çatışmanın kendi başına nelere muktedir olduğunu göstermektedir. Melankolide, hastalığın belirmesine neden olan olaylar, çoğunlukla ölüm yoluyla yaşanan kayıp durumlarından oluşmakta ve ilişkiye birbiriyle zıt sevgi-nefret duygularını sokabilecek ya da zaten mevcut olan bir müphemliği destekleyebilecek bütün şu küçümsenmişlik, görmezden gelinmişlik ya da hayal kırıklığına uğratılmışlık durumlarını içermektedir. Bazen gerçek deneyimlerden, bazen de kuruntu etkenlerinden kaynaklanan müphemliğe bağlı bu çatışma, melankolinin önkoşulları arasında gözden kaçırılmamalıdır. Eğer nesneye duyulan sevginin yeri –nesnenin kendisinden vazgeçilse bile vazgeçilemeyen bir sevgidir bu–  narsistik özdeşleşimse, bu durumda, bu ikameci nesnenin üzerinde nefret kendi etkinliğini başlatır: Onu suiistimal eder, itibarını küçültür, acı çekmesine neden olur ve onun acı çekmesinden sadistik bir tatmin devşirir. Melankolideki kendi kendine ıstırap verme durumu –kuşkusuz bir tür zevk de içermektedir bu– tıpkı takıntılı nevrozdaki mütekabil fenomenler gibi, bir nesneyle ilişkili olan ve tartışageldiğimiz yollardan öznenin bizzat kendi ben’ine çevrilen sadizm ve nefret akışlarının bir tatminine işaret eder. Her iki bozuklukta da hastalar, öz-cezalandırmanın dolambaçlı yolları aracılığıyla, genellikle orijinal nesneden intikam almayı ve kendi hastalıkları kanalıyla –buna, ona dönük düşmanlıklarını açıkça ifade etme gereksinimden kaçınmak için başvurmaktadırlar– sevdiklerine acı vermeyi başarırlar. En nihayetinde, hastanın duygusal bozukluğuna sebebiyet vermiş olan kişi –hastalığın merkezinde de bu kişi durmaktadır– genellikle en yakın çevredendir.  Böylelikle melankolik kişinin nesnesiyle ilişkili erotik kateksisi ikili bir değişikliğe uğrar: Bir kısmı özdeşleşmeye doğru geri çakilmiştir, fakat diğer kısmı, müphemliğe bağlı çatışmanın etkisiyle, bu çatışmaya daha yakın bir aşama olan sadizm aşamasına geri taşınmıştır.

Melankoliyi bu kadar ilginç –ve bu kadar tehlikeli– kılan, intihar eğilimi bilmecesini çözen bu sadizm boyutudur. Egonun öz-sevgisi –dürtüsel yaşamın kaynağı olan ilksel durum olduğunu biliyoruz artık bunun–  kadar uçsuz bucaksız ve hayatı tehdit eden bir şeyler söz konusu olduğunda ortaya çıkan korku içinde serbest kaldığını gördüğümüz narsistik libido miktarı o kadar fazladır ki bu egonun kendi kendini imha etmeyi nasıl kabul edebildiğini tasarlayamayız. Uzun süredir biliyoruz ki nevrotiklerin intiharla ilgili bütün düşünceleri, başkalarını öldürmeye dönük itkilerin öznenin kendi üzerine dönmesi durumlarından oluşmaktadır; fakat bu türlü bir niyeti icraya dökmeye götüren kuvvetlerin etkileşimlerinin ne olduğunu hiçbir zaman açıklayamadık. Melankolinin çözümlenmesi, şimdi gösteriyor ki ego, nesne-kateksisinin geri dönüşünün sonucu olarak, kendisine bir nesne muamelesi yaparsa –bir nesneyle ilişkili bir düşmanlığı, egonun dış dünyadaki nesnelere yönelik orijinal tepkisini temsil eden bir düşmanlığı kendi kendisine yönlendirebilirse– ancak kendisini öldürebilir. Böylelikle, narsistik nesne-seçiminden geriye çekilmede nesneden kurtulunmuş olur, fakat bu nesne egonun kendisinden daha güçlü olduğunu da kanıtlamıştır. Olabilecek en yoğun şekilde sevgi duyuyor olmak ile intihara eğilim duymak biçimindeki iki karşıt durumun içinde ego, büsbütün farklı iki biçimde de olsa, nesne tarafından kendisinden geçirilmiş durumdadır.

Melankolinin çarpıcı özelliklerinden biri olan ve yukarıda da zikrettiğimiz yoksul düşme korkusuna gelince, bunun kendi bağlamından koparılmış ve gerilemeci bir anlamda değişmiş anal erotizmden türediğini varsaymak makul görünmektedir.

Melankoli önümüze başka sorunlar da koymaktadır ki bunlara yanıt vermek kısmen elimizdedir. Belirli bir zaman sonra herhangi bir büyük değişimin izlerini bırakmaksızın sona ermesi, yasla ortak bir özelliğidir. Yasta, gerçeklik sınamasının komutunun detaylı olarak yerine getirilebilmesi için zamana ihtiyaç olduğunu ve bu iş tamamlandıktan sonra egonun kendi libidosunu kayıp nesneden kurtarmayı başardığını bulgulamıştık. Melankoli sırasında da egonun benzer bir işle meşgul olduğunu tahayyül edebiliriz; fakat ikisinde de olayların seyrinin ekonomisi konusunda içgörülere sahip değiliz. Melankolideki uykusuzluk, durumun katılığını ve esnemezliğini, uyku için gerekli olan genel enerji boşalmasını etkilemenin imkânsızlığını doğrulamaktadır. Melankoli kompleksi açık bir yara gibi davranmakta, katektik enerjileri bütün yönlerden kendisine doğru çekmekte –bunu aktarım nevrozlarında ‘anti-katektik enerji’ biçiminde adlandırmıştık–  ve egoyu bütünüyle güçsüz düşene kadar boşaltmaktadır. Bu kompleks, egonun uyuma isteğine kolaylıkla direnebileceğini göstermektedir.

Muhtemelen somatik olan ve psikojenik terimlerle açıklanması mümkün olmayan bir etken, kendisini, akşama doğru beliren durumun içindeki düzenli iyileşmede görünür kılmaktadır. Bu değerlendirme, egoda nesneden bağımsız olarak ortaya çıkan bir kaybın –egoya indirilen salt narsistik bir darbe– melankoliye ilişkin resmi oluşturmaya yetmeyebileceği ve doğrudan zehirlenmeye bağlı ego-libidosundaki bir zayıflamanın hastalığın belirli biçimlerini üretemeyebileceği yönünde sorular doğurmaktadır.

Melankolinin en kayda değer niteliği ve açıklanmaya en muhtaç olanı, melankolinin maniye –semptomları bakımından melankolinin tam zıddı olan bir durum– dönüşme eğilimidir. Bildiğimiz üzere her melankolide ortaya çıkmaz bu. Kimi vakalar periyodik tekrarlardan oluşan kendi seyirlerini izlerler ve bu tekrarların arasında kalan kesinti dönemlerinde maniye dair işaretler bütünüyle namevcut ya da son derece hafif olabilir. Diğer vakalar da melankolik ve manik aşamaların düzenli bir biçimde birbirinin yerini alması şeklinde seyreder ki bunlar çevrimsel delilik hipotezlerinin geliştirilmesine yol açmıştır. Tam olarak bu türde çeşitli vakalarda psikanalitik yöntem bir çözüme ulaşma ve iyileştirici bir gelişme sonucunu yakalama başarısını sergilememiş olsaydı, bu vakaların psikojenik olmadıklarını varsayma ayartısına kapılabilirdik. Bu nedenle, melankolinin analitik açıklamasını maniye de uygulamak üzere genişletmek, yalnızca cevaz verilebilir bir şey olmakla kalmıyor, aynı zamanda görevimiz olarak da beliriyor.

Bu girişimin bütünüyle tatmin edici olacağı sözünü veremem. İlk doğrultuyu saptamanın ötesine güçbela gidebileceğiz. Üzerinde durmamız gereken iki şey var: İlk olarak psikanalitik izlenim ve ikinci olarak da genel ekonomik deneyim olarak adlandırılabilecek şey. Pek çok psikanaliz araştırmacısının zaten dile dökmüş olduğu izlenim şudur: Maninin içeriği melankoliden farklı değildir; her iki bozukluk da aynı ‘kompleksle’ boğuşur, fakat muhtemelen melankolide egonun komplekse yenik düşmesine karşılık manide ego onun efendisi haline gelir ya da onu bir kenara iter. İkinci olguyu bize, maninin normal modelini sunan keyif, sevinç ya da zafer gibi bütün durumların aynı ekonomik koşullara dayandığı gözlemi vermektedir. Burada söz konusu olan şey, bir etkinin sonucu olarak, yüksek düzeyde psişik enerji harcanmasının –uzun sürmesi ya da bir alışkanlık biçiminde ortaya çıkması– en nihayetinde gereksizleşmesi ve böylelikle de çeşitli boşaltım uygulamaları ve imkânlarının erişilebilir hale gelmesidir – örneğin yoksul bir adamcağızın çok fazla para kazandıktan sonra, birdenbire kronik bir gündelik ekmek kaygısından kurtulması ya da uzun ve çetin bir mücadelenin nihayet başarıyla sonuçlanması yahut bir insanın baskıcı bir zorlanmayı, uzun süredir almış olduğu hatalı bir konumu tek bir darbeyle başından atması vs. bütün bu durumların ayırt edici nitelikleri yüksek moral, neşeli duyguların salıverilmesine ilişkin işaretler ve her türlü eylem karşısında artmış bir hazır oluş durumudur – tıpkı manide olduğu gibi ve melankolinin depresyonu ile ketlemesinin tam zıddı bir biçimde. Maninin bu türde bir zaferden başka bir şey olmadığını ileri sürmeye cüret edebiliriz; fakat burada yine ego galip gelmiştir ve üzerinde zafer kazandığı şey ondan gizlenmiş olarak kalır. Bunun aynısı durumlar sınıfında olan alkole dayalı sarhoşluk (elbette keyif verdiği sürece) da aynı şekilde açıklanabilir; burada muhtemelen, bastırma enerjisi sarfiyatının toksinler nedeniyle bir kesintiye uğraması durumu söz konusudur. Popüler görüş, bu türlü bir manik durum içerisinde bulunan kişinin, son derece neşeli olduğu için, hareketten ve eylemden bir hayli keyif aldığını varsaymayı sever. Bu yanlış bağlantı hiç kuşkusuz düzeltilmelidir. Gerçek şudur ki öznenin zihninin yukarıda zikrettiğimiz ekonomik koşulu yerine gelmiştir ve onun bir yandan böyle yüksek moralli, diğer yandan eylemlerinde ketlenmemiş olmasının nedeni budur.

İki göstergeyi –psikanalitik izlenim ile genel ekonomik deneyimi– bir araya getirdiğimizde ulaştığımız sonuç aşağıdaki gibidir. Manide ego nesne kaybını (ya da kayıp dolayısıyla tutulan yası ya da belki de bizzat nesneyi) atlatmış olmalıdır ve bunun üstüne, melankolinin ıstırabının egodan kendisine doğru çektiği anti-katektik enerji yükününün bütün kotası doldurulmuş olmalıdır ki ‘sıçrama’ mümkün olabilsin. Daha da ötesi, manik özne, aç kurtlar gibi yeni nesne-yatırımlarının arayışı içindeyken, kendi ıstırabının nedeni olan nesneden kurtulmuş olduğunu gösterir.

Kuşku yok ki bu açıklama makul görünmektedir, fakat ilk olarak fazla belirsizdir ve ikinci olarak da yanıt geliştirebileceğimizden daha fazla soruna ve kuşkuya yol açmaktadır. Bunları tartışmaktan kaçınmayacağım; bu tartışmanın bizi daha açık bir anlayışa götüreceği beklentisinde olmasam da.

Evvela normal yas da nesnenin kaybının üstesinden gelir ve o da devam ettiği sürece egonun bütün enerjilerini soğurur. O halde yas kendi seyrini izledikten sonra neden onun ekonomik koşulunun bir zafer aşamasına yönelik bir ipucu içerdiğini görmüyoruz? Bu itiraza derhal yanıt vermenin imkansız olduğu kanısındayım. Bu durum dikkatimizi bir başka olguya çekiyor: Yasın kendi görevini yerine getirirken yararlandığı ekonomik aygıtları dahi bilmiyoruz. Fakat burada bir varsayım bize yardımcı olabilir. Libidonun kayıp nesneye ilişmiş olduğunu ortaya koyan her bir anı ve beklenti durumu, gerçekliğin verdiği bir hükümle, nesnenin artık mevcut olmadığı hükmüyle karşılaşır ve bu kaderi paylaşıp paylaşmayacağı sorusuyla karşı karşıya gelen ego, artık ortadan kalkmış olan nesneyle bağını koparmak üzere, kendisinin hayatta oluşundan türettiği narsistik tatminlerin toplamı tarafından ikna edilir. Bu ilişiğini kesme çalışmasının son derece yavaş ve aşamalı olduğunu varsayabiliriz; öyle ki bir süre sonra bu çalışma bittiğinde, onun için gerekli olan enerji sarfiyatı da dağılıp gider.

Yas çalışmasıyla ilgili olarak bu varsayımdan hareketle yol almak ve melankolinin yaptığı işin bir muhasebesini de bu varsayım çerçevesinde açıklamak çekici görünüyor. Burada daha başlangıçta bir belirsizlikle karşılaşıyoruz. Şimdiye kadar melankoliye topografik açıdan yaklaşmış sayılmayız; ayrıca melankolinin hangi psişik sistemlerin içinde ve arasında iş gördüğü sorusunu da sormadık. Hastalığın ruhsal süreçlerinin hangi kısımları, artık vazgeçilmiş bilinçdışı nesne-yatırımlarıyla ve hangi kısımları da özdeşleşim yoluyla egoda oluşmuş ikamelerle ilişki içerisindedir?

Çabuk ve kolay yanıt şudur: Nesnenin bilinçdışı [şey-]sunumu libido tarafından terk edilmiştir. Fakat gerçekte bu sunum sayısız tekil izlenimden (ya da bunların bilinçdışı izlerinden) oluşmuştur ve libidonun bu geri çekilmesi bir anda olup bitebilecek bir şey değildir; aksine, yasta olduğu gibi, bu süreç, uzun süreli ve aşamalı olmak durumundadır. Çeşitli noktalarda eşzamanlı olarak başlayıp başlamadığına ya da sabit bir ardışıklığı izleyip izlemediğine karar vermek zordur; analizlerde sıklıkla açığa çıkmaktadır ki önce bir ve ardından da başka bir anı etkinleşmekte; hep aynıymış gibi gelen ve monotonlukları içinde bir hayli bıktırıcı olan yakınmalar, her şeye rağmen, her seferinde bir başka bilinçdışı kaynaktan doğmaktadırlar. Eğer nesne ego açısından bu büyük anlama ve öneme –binlerce bağlantı tarafından desteklenen bir anlam ve önem– sahip olmasaydı, bu nesnenin kaybı ne yasa ne de melankoliye yol açardı. Bu nedenle, libidonun bu dirhem dirhem gerçekleşen kopuşu, yasa ve melankoliye benzer bir şey olarak yorumlanmalıdır; muhtemelen bu, aynı ekonomik durum tarafından desteklenmekte ve her ikisinde de aynı amaca hizmet etmektedir.

Yukarıda da gördüğümüz gibi, melankoli normal yasta olandan fazla bir şeyler içermektedir. Melankolide nesneyle ilişki basit bir ilişki değildir; müphemliğe bağlı çatışma onu karmaşıklaştırmaktadır. Bu müphemlik ya yapısaldır (örneğin tekil bir ego tarafından biçimlendirilmiş her sevgi-ilişkisinin bir öğesidir) ya da nesneyi kaybetme tehdidini içeren deneyimlerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, melankolinin heyecan verici örnekleri, çoğunlukla gerçek bir nesne kaybının, ölümle gerçekleşen bir kaybın sebep olduğu yastan çok daha geniş bir menzile sahiptir. Buna uygun olarak melankolide, nesne üzerine sayısız ve birbirinden bağımsız mücadele yürütülür ve bu mücadele içinde sevgi ve nefret birbiriyle çekişir; biri libidoyu nesneden koparmaya çalışırken, diğeri bu saldırı karşısında libidonun konumunu muhafaza etmeye çalışır. Birbirinden bağımsız bu mücadelelerin yeri, şeylere ilişkin hafıza-izlerinin (sözcük yüklerine karşıt bir şey olarak izler) bölgesi olan Bilinçdışıdır; başka herhangi bir sistem değil. Yasta da libidoyu koparma çabaları bu sistem içinde gerçekleşir, fakat yasın içinde hiçbir şey bu süreçleri bilinç-öncesinden bilince doğru normal yolunda ilerlemekten alıkoymaz. Melankolide bu yol bloke olmuştur, bir dizi nedenle ya da bu nedenlerin bir kombinasyonu sebebiyle. Yapısal müphemlik doğası gereği bastırılmış olanın dünyasına aittir; nesneyle ilişkili travmatik deneyimler diğer bastırılmış öğeleri harekete geçirebilir. Böylelikle, müphemliğe bağlı bu mücadelelerle ilgili olarak yapılabilecek her şey, melankoliye özgü netice ortaya çıkana kadar bilinçten çıkarılmış olarak kalır. Bildiğimiz gibi bu, sonunda nesne terk edilirken tehdit altındaki libidinal yatırımın içinde oluşur; libido, nesneyi yalnızca, egodaki kendi kaynağına geri dönmek için terk eder. Böylelikle sevgi, egonun içine kaçarak tükenmekten kurtulur. Libidonun bu geri çekilmesinden sonra süreç bilinçli hale gelebilir ve egonun bir yanı ile eleştirel faillik arasındaki bir çatışma olarak sunar kendisini bilince.

Böylelikle açığa çıktığı üzere, melankolinin çalışması içinde bilincin farkında olduğu şey, onun özsel bir öğesi de değildir; rahatsızlığı bir sona erdiren bir etkiyi kendisine atfedebileceğimiz bir öğe de değildir. Egonun kendi itibarını düşürdüğünü ve kendisine karşı ayaklandığını görüyoruz; bunun nereye götürebileceği ya da nasıl bir değişim geçireceği konusundaki bilgimiz de hastanın bilgisi kadar az. Söz konusu çalışmanın bilinçdışı kısmına böylesi bir iyileştirici işlev atfedebiliriz; çünkü melankolinin çalışmasıyla yasın çalışması arasında özsel bir benzerliğin olduğunu görmek çok da zor değil. Tıpkı yasın, nesnenin ölü olduğunu ilan etmek ve yaşamaya devam etmeye ikna etmek suretiyle egoyu nesneden vazgeçmeye yöneltmesi gibi, müphemliğin her bir mücadelesi de nesneyi kötüleyerek, karalayarak ve adeta öldürerek, libidonun nesneye yönelik saplantısını gevşetir. Hiddetin yatışmasından ya da nesnenin değersiz bir şey olarak terk edilmesinden sonra Bilinçdışındaki sürecin sona ermesi mümkündür. Melankolinin sona ermesinde bu iki olasılıktan hangisinin düzenlilik gösterdiğini ya da hangisinin genellenebilir olduğunu bilmiyoruz. Yine bu bitişin, vakanın gelecekteki seyri üzerinde ne gibi etkilere sahip olduğunu da bilmiyoruz. Ego, bu ikisinden daha iyi olanın kendisi olduğunu, kendisinin nesneden üstün olduğunu bilmenin verdiği tatmini duyumsayabilir.

 

Melankolinin üç önkoşulundan –nesnenin kaybı, müphemlik ve libidonun egoya geri çekilmesi– ilk ikisi, bir ölümden sonra beliren takıntılı kendini suçlama durumlarında da görülmektedir. Bu vakalarda çatışmanın devindirici kuvveti hiç sorgusuz müphemliktir ve gözlemler, çatışma son erdikten sonra manik bir ruh halinin zaferinin doğasında hiçbir tortu kalmadığını göstermektedir. Böylelikle melankolideki sonuçtan sorumlu olarak geriye yalnızca üçüncü etken kalmaktadır. İlk başta sıçrama yapan ve melankolinin çalışması bittikten sonra da sona eren katektik enerji birikiminin serbest kalması ve maniyi mümkün kılması, libidonun narsisizme doğru geri çekilmesiyle ilişkilendirilmelidir. Egonun içindeki çatışma –nesne üzerine çatışmanın yerini melankoli almaktadır– olağanüstü düzeyde anti-katektik bir yatırıma çağrı yapan ıstırap verici bir yara gibi işlemelidir. Fakat burada bir kez daha durmalı ve önce bedensel acının ve sonra da bedensel acıya benzeyen ruhsal ıstırabın ekonomik doğasına ilişkin biraz görü edinmeden maniye ilişkin açıklamamızı daha ileriye götürmemeliyiz. Zaten bildiğimiz üzere, zihnin karmaşık sorunlarının birbirlerine bağlı olmaları olgusu, her soruşturmayı tam anlamıyla bitirmeden kesmeye zorlamaktadır bizi – bir başka soruşturma onun üzerine bir ışık düşürene dek.

 

 

Manik Depresif Duygu Durumuna Psikanalitik Yaklaşım

MAKALE #11823 © Yazan Dr.Psk.Fatih SÖNMEZ | Yayın Kasım 2013 | 3,771 Okuyucu

MANİK DEPRESİF DUYGU DURUMUNA PSİKANALİTİK YAKLAŞIM

MANİK TEPELER DEPRESİF YAMAÇLAR

Bugüne kadar
Anlamadı hiçbiri
Ne beni
Ve ne benim asansör yüreğimi
Bir indik
Bir çıktık
Hatunlarla
Kimi birinci katta
Kimi beşinci katta indi
Ama bilin ki ödediğim faturalar peşindi.
Ömer BUGAY



Duygudurum bozukluklarına ilişkin gözlemler insanlık tarihi boyunca, değişik çağlarda, değişik toplumlarda çeşitli mitolojilerde, eski ve yeni semavi dinlerde yer almıştır.Yaklaşık 2500 yıldır insanlığın en yaygın hastalığı olarak anlatılmıştır.Tarih öncesi çağlara ait din kitaplarında,Yunan ve Latin yapıtlarında ağır depresyon ve taşkınlık nöbetleri geçiren hastalar anlatılmaktadır.Homeros İlyada Destanında ‘mani’ (Yunanca öfke ve gazap anlamında) sözcüğünü kullanmıştır.

İnsanoğlunun ilk destanlarından biri olan ve insanlık tarihi boyunca Akat, Asur ve Sümer gibi Mezopotamya ülkelerinden dünyaya yayılan ‘Gılgamış Destanı’nın kahramanı Kral Gılgamış, duygudurum bozukluğu gösteren bir insan olarak değerlendirilebilir.
Kral Gılgamış dışadönük, canlı, neşeli, sevecen kolay ve çabuk duygulanan, sık sık duygudurum değişiklikleri gösteren, seven sevilen, kaygılanan ve öfkelenen bir mitoloji kahramanıdır. Arkadaş canlısıdır. Hareketlidir. Kadınlarla ilişkiden, yemekten içmekten hoşlanır. Kendini başarılı ve üstün görür. Bunu kanıtlamak için sürekli çaba harcar. İnsanlarla kolay bağlantı kurar. Onlara bağlanır, onları yitirdiğinde sıkılır, üzülür, depresyona düşer.
Gılgamış önce düşman, sonra dost olduğu Enkidu’nun ölümünden sonra durgun, ilgisiz isteksiz olmuş, iştahı bozulmuştur. Yememiş, içmemiş, geceleri uyumamış, gündüzleri kimse ile konuşmamış, odasından çıkmamış, çıktığında da kendi başına dağlarda, ovalarda dolaşmaya başlamış. Enkidu’nun öldüğüne inanmak istemeyen Gılgamış, onun boşluğunu doldurmak için düşlerinde gördüğü yaratıklarla konuşmaya başlamış. Bunalıp sıkıldığında saçını başını yolmuş, üstünü başını parçalamış. Dolaştığı yerlerde Enkidu’yu aramış, sürekli onu çağırmış. Ağlaya ağlaya ona ağıt yakmış;

Dinleyin beni
Arkadaşımın uğruna döküyorum gözyaşlarımı
Yas tutan bir kadın gibi inliyorum
Kardeşim için ağlıyorum.

M.Ö. 400’ lü yıllarda uykusuzluk, yememe, keder, umutsuzluk halindeki görünüm için ‘melankoli’ deyimini ilk kez Hipokrat kullanmıştır ve bunu kara safraya bağlamıştır. Aynı zamanda ruhsal bozuklukların, hastalıkların çağına özgü bilimsel yaklaşımla adlandırma ve sınıflandırma çalışmaları Hipokrat’la başlamış ve günümüze kadar gelişmiştir. Çağlar boyunca bütün adlandırmalarda ve sınıflandırmalarda değişik başlıklar altında, duygudurum bozuklukları yer almıştır.

Hipokrat (M.Ö. 460-377);insanın duygudurumu ile beden sıvıları arasında bağlantı kurmuş, “Hafif Kanlı Mizaç, Ağır Kanlı Mizaç, Kara Sevdalı Mizaç ve Sinirli Mizaç” olarak birbirinden farklı mizaç (duygudurum) tanımlamıştır. Hipokrat, ruh ve sinir hastalıklarına ve belirtilerine göre altı grup içinde toplamış ve bu altı grubun içine de ‘mania’ yı; birdenbire başlayan ateşsiz ruhsal hastalıklar adı altında eklemiştir.

Hipokrat ‘kara safra’ anlamına gelen melankoli terimiyle karasevdalı kişilik yapılarında, mizaçlarda karaciğer ve safra yollarındaki, bozukluklardan kaynaklanan durgunluk, ilgisizlik, isteksizlik, uykusuzluk, kaygı, yetersizlik ve intihar düşünceleriyle ortaya çıkan bir hastalık tablosu tanımlamıştır.

Çağdaşları olan Platon(M.Ö.424-347) ruhsal hastalıkların doğa ve doğa üstü güçlerden kaynakladığını ileri sürmüş ve neden olarak Tanrıları göstermiş. Apollo, Dionysos ve Eros gibi Tanrıların öfkelerinin yol açtığı dört ayrı tip melankoli tablosu tanımlamıştır.

Celsus (M.S.100’lü yıllar) ‘Hekimlik’ adını verdiği kitabında; baştan ayağa bütün bedensel hastalıkları tanımlamış, melankoli ve maniye baş hastalıkları arasında yer vererek ilk kez bu hastalıkla beyin ve merkezi sinir sistemi arasında yapısal bir yakınlaşma sağlamıştır.

Depresyon ve Maniye yatkınlığın fizyolojik bir bozukluğa bağlı olduğu eski Grek literatüründe geniş kabul görmüştür. Aristo’nun ‘Problemata’ kitabında ve Galen in yazılarında tanımlanmıştır. Galenos (M.S.131-201) Aristotales in ‘Ruh Üzerine’ adlı kitabında anlattığı mantıksal insan ruhu yanında bitkisel ve hayvansal ruhların işlevinden söz eden, bunları yaşamla bağlayan felsefe görüşlerini geliştirerek günümüze kadar sürüp gelen kuramların ortaya atılmasına yol açmıştır. Ayrıca ilk çağda eski Grek literatüründe kişilik yapılanmalarının ve ruh sinir hastalıklarının açıklanmasına, adlandırılmasına ve sınıflandırılmasına bilimsel görüş getiren Hipokrat’ın etkisi altında kalmış, onun, kişilik yapısı ve hastalıklarla ilgili görüşlerini geliştirmiştir. Hipokrat gibi Galenos da insanın mizacını, bedende en çok bulunan ve kişiliği etkileyen sıvılara göre; ‘Hafif Kanlı, Ağır Kanlı, Karasevdalı ve Sinirli’ olmak üzere dört gruba ayırmış daha sonra hayvanlar ve insanlar üzerinde yaptığı anatomi araştırmalarının da etkisi altında, kişilik yapısıyla hastalıklar arasında bağlantı kurmuş ve iki sınıflandırma daha eklemiştir. Bu altı sınıflandırmanın içerisinde; “Beden Sıvılarının Bozulmasına Bağlı Olanlar” başlığı altında değişik belirtilerle ortaya çıkan ‘Melankoli’ yer alır. ‘Mania’ ise; “Ruhsal Durumun Bozulmasına Bağlı Olanlar” adı altına alınmıştır.

Ortaçağda M.S.600 lü yıllarda, Bizans imparatorluğunun ilk dönemlerinde yaşayan Alexander sınıflandırmasında ‘Melankoli ve Mani’yi dört alt grup altında toplamış; ‘Melankoli’yi de kanın başta ve bütün bedende toplandığı yere göre tiplere ayırmıştır.

Aegina (M.S. 625 -700) Melankoli ve Mani’nin de yer aldığı, doğal nedenlere bağlı ruhsal hastalıklar yanında,’şeytanın insanın ruhunu ele geçirmesine’ bağlı melankoli tipleri tanımlamıştır.

Ortaçağda ruhsal çökkünlüğü en iyi tanımlayanlardan biri İbn-i Sina olmuş ve ilginç olgu örnekleri vermiştir. İbn-i Sina,’Kanun’ adlı kitabında ruh bozukluklarını ve hastalıklarını on beş grup içinde toplamıştır. Bu yılları takiben araştırmaları ile sahneye Thomas Aquinas çıkmıştır. Ruhsal bozuklukların ve hastalıkların oluşmasında Aristotales’in ortaya attığı ve Razi’nin geliştirdiği ‘Bitkisel, Hayvansal, Mantıksal Ruh Durumu’ kavramlarının üzerinde durmuştur. Zihinsel gelişimde yavaşlama, epilepsi, ateşli hastalıkları, letarji, mani, melankoli ve bilinç bulanıklığının doğal nedenlerle ortaya çıktığını, doğaüstü güçlerin ve şeytanın etkisi altında algı ve düşünce bozukluklarının oluştuğunu ileri sürmüştür.

1450 yılından sonra başlayan Rönesans’la birlikte insan evrenin odak noktası durumuna gelmiştir. Bilimde, tıpta ve sanatta dinin ve doğaüstü güçlerin etkisi azalmış, insan daha doğru ve gerçekçi şekilde incelenmiştir.

Fransa’da, Fernel (M.S.1497-1558); ruhsal bozuklukları ve hastalıkları beynin zarlarını, yapısını ve karıncıklarını bozan nedenlere bağlı üç gruba ayırmış ve bu gruplama içerisinde melankoli ve maniye yer vermiştir. Fransa’da diğer araştırmacı Boissier de Sourage(1706-1767) bütün hastalıkları on grupta toplamış ve sekizinci grupta ruhsal bozukluklara ve hastalıklara yer vererek ‘Bunama, Mani ve Melankoli’yi anlatmıştır. 1621 yılında İngiltere’de ‘Melankolinin Anatomisi’ adlı kitabında hastalıkların sınıflandırmasını ve tanımını yazmıştır.

İngiltere’de Timoty Bright’ın ,1856 yılında ‘Melankoli’ adlı kitabı yayınlanmış, Bright bu kitapta melankoliyi doğal ve doğal olmayan biçiminde iki alt gruba ayırmıştır. ‘Doğal Melankoli’ye kara safranın yol açtığını, ‘Doğal Olmayan Melankoli’nin oluşmasında ise kara safra, kan ve lenf bozukluklarının rol oynadığını belirtmiştir. Yazar ayrıca melankolinin belirti ve bulgularını saptamış; dalgınlık, durgunluk, elem, keder, karamsarlık, sıkıntı ve tedirginlik gibi duygulanım bozukluklarının ön planda olduğuna dikkat çekmiştir.

Paracelsus (M.S.1493-1541); Rönesans çağında, Galenos’un geleneksel anlayışından uzaklaşarak, hekimliğe kimyayı sokmuştur. ‘İnsan Düşüncesini ve Mantığını Çökerten Hastalıklar’ adlı kitabında ruhsal bozukluk ve hastalıkların tanımını yapmış, bunları sınıflandırmış, akut maniyi kalıtımla ilgili hastalıklar sınıfına koymuş, melankoliyi ise doğaüstü güçlerin rol oynadığını belirten değişik melankoli tiplerine ayırmıştır.

Adli Tıp alanında araştırma yapan Parolo Zacchias(M.S.1584-1659) hastalıkları; ‘Zihinsel Çökkünlük ve Yetersizlik, Ateşsiz Akıl Hastalıkları ve Ateşli Akıl Hastalıkları’ olarak üçe ayırmış bu üç grubun içine ‘Mani’yi de yerleştirmiştir.

Burton ise kitabında melankolinin değişik tiplerini tanımlamış, ‘Beyinden Kaynaklanan Melankoli’ ile ‘Bedenden Kaynaklanan Melankoli’ ve hastalık hastalığına ilişkin belirtileri, bulguları ve ayırıcı tanıyı belirtmiştir.

Philippe Pinel(1745-1826), Fransa da kendinden önce ortaya atılan bütün adlandırmaları ve sınıflandırmaları incelemiş ve gruplandırmıştır. Bu gruplar içerisine mani, melankoli, bunama ve zeka geriliğini koyup, bu hastalıkların yapısal bozuklukların sonucunda ortaya çıktığını belirtmiştir.

Almanya da Griesinger ‘Ruhsal bozuklukların beyin hastalığı’ olduğu görüşünü ortaya atarak;
‘insanity’(delilik) adını verdiği bir tek ruh hastalığı olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre, bütün belirtiler, bulgular ve yakınmalar temelde bulunan tek hastalığın değişik görünümleridir. Bu hastalık iki evre gösterir; birinci evrede tedavi edilebilir. İkinci evrede ise olanaksızdır. Mani, melankoli ve monomani birinci evrede, bunama ve kronik mani ikinci evrede yer alır. Tanımlayıcı görüş açısından Griessinger üç tepki tipi tanımlamıştır: Depresyon, ruhsal coşku ve taşkınlık, ruhsal çökkünlük. Griessinger’in düşünceleri çok büyük etki yapmış ve iz bırakmıştır. Griessinger’in sınıflandırmasına günümüzün terminolojisine yakın hem de konumuzla ilgili olması nedeniyle yer verilebilir.

Sınıflandırması şöyledir;
A-Ruhsal Zihinsel Çöküntü(depresyon) durumu
1-Hipokondri
2-Melankoli
3-Durgun melankoli
4-Saldırgan, yok edici eğilimle birlikte olan melankoli,
a-İntihar eğilimiyle birlikte olan melankoli
b-Cinayet eğilimiyle birlikte olan melankoli
5-Zihinsel takıntıların artmasına, taşkınlığa bağlı melankoli.

B-Ruhsal Taşkınlık Durumu
1-Mani
2-Monomani

C-Ruhsal, Zihinsel Zayıflık Durumu
Kronik mani

Griesinger’in Almanya da yaptığı çalışmaları günümüzdeki tanı ve tanımlamalara oldukça yakındır. Aynı yıllara yakın dönemlerde 1820 yılında Fransa da Esquirol ruhsal bozuklukları ve hastalıkları Pinel’le benzer biçimde sınıflandırmış ancak ‘Monomani ve Lipemani’ adında iki yeni hastalık tablosu daha tanımlamıştır. Esquirol’a göre, Monomani terimi aşırı tutkuları, Lipemani ise düşünce bozuklukları ile birlikte bulunan depresyonları tanımlamak için kullanılmıştır.

Baillerger ve Falret,1851 yılında, Fransa’da birbirinden ayrı olarak, hemen hemen aynı zamanda, mani ve melankoli klinik tablolarını gösteren birdenbire başlayan hastalıkları, aynı hastalığın iki değişik görünümü olarak kabul etmişlerdir. Aynı zamanda bu hastalığın kadınlarda daha sık görüldüğüne ve kalıtımla ilgili olduğuna dikkat çekmişlerdir.

Duygulanımla ilgili(affektif),hastalıkların kapsamlı tanımlaması ve sınıflandırılması önce Kahlbaum sonra Kraepelin tarafından gerçekleştirilmiştir.

Kahlbaum(1828-1899) Almanya’da ‘Distimi’,’Siklotimi’ terimlerini tanımlamış ve bu terimlerin kapsamı içine giren duygulanım bozukluklarını sınıflandırmıştır. Kendinden önce ve yaşadığı çağda yetişmiş, özellikle Alman ve Fransız hekimlerinin, araştırmalarını ve çalışmalarını gözden geçirerek değerlendirmiştir. Bu araştırmalardan görüldüğü üzere ilk kez 1883 yılında 400 sayfalık özet kitapta yayınladığı mani, melankoli psikoz ve diğer hastalıklar arasında ayırım ve tanımlama yapan Emil Kraepelin’dir. Emil Kraepelin bu kitabında ruh ve sinir hastalıklarının organik nedenleri üzerinde durmuştur. Özellikle 1900’lü yıllardan sonra çağdaş görüşlerde bu hastalığın nedenlerine psikojen faktörler de eklenmiş ve bu yönde de ele alınmıştır.

Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud(1865-1939),1917 yılında ‘Yas ve Melankoli’ adlı yapıtında depresyonların psikodinamiği üzerinde durmuş ve depresyonlarda ‘sevilen objenin kaybı’nın önemini belirtmiştir. Freud bir yandan depresyonlarda, ruhsal yaşantının önemini belirtirken, öte yandan depresyonların oluşmasında kimyasal-fizyolojik bir nedenin de rol oynayabileceğini vurgulamıştır. Freud’u takip eden birçok psikanalist de bu hastalığın psikodinamiği üzerinde durmuş ve bu konuyu salt fizyolojik ve biyolojik boyutundan çıkarmışlardır. Bunlardan biri de Adolf Meyer’dir. Meyer (1866-1950); bu hastalıkla beraber ruhsal bozukluk ve hastalıkların tanımı ve sınıflandırmasına çok boyutlu, dinamik bir yaklaşım getirmiştir.

Kraepelin’den başlayan, akıl hastalıklarını nedenlerine göre tanımlayıp sınıflandırma görüşü, daha sonraki sınıflandırmalarda etkisini sürdürmüştür. 1930 da Almanya’da bir komisyon tarafından hazırlanan ve 1933 te Alman Psikiyatri Derneği tarafından kabul edilen
’Wurzberger’ sınıflandırması bunlardan biridir. Tanımlama ve sınıflandırmada Kraepelin ve Wurzberger’in yaklaşımı uzun yıllar ABD, Almanya, Fransa ve öteki batı ülkelerinde kullanılan sınıflandırmaları etkilemiştir.

1930 lu yıllardan 1960 lı yılların sonuna dek ülkemizde kullanılan Uzman-Aksel sınıflandırması, hastalıkları nedenlerine, oluşum biçimlerine ve klinik tablolarına göre gruplamıştır. ‘Mani Melankoli Psikozu’, ‘Siklofreni’ başlığı altında sınıflanırken; ‘Mani, Melankoli ve Karışık Şekil’ olarak üç alt başlık altında toplanan farklı klinik tablolar bulunduğu belirtilmiştir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra tanımlayıcı psikiyatrinin etkisi azalmıştır. Özellikle ABD de ruhsal bozukluklar ve hastalıklar birer tepki olarak tanımlanmış ve sınıflandırılmıştır. 1952 yılında ilk olarak yayınlanan DSM-1 Tanı ve İstatistik El Kitabının (Diagnostic and Statistical Manual) ruhsal bozukluk ve hastalıklara yaklaşımı da böyle olmuştur. Bu dönemde ABD deki tanı ve sınıflandırmayla Avrupa’dakiler arasında önemli ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Özellikle şizofreni ile mani depresyon reaksiyonu tanı ve sınıflandırmalarında farklı yaklaşım ve yorumlar görülmüştür.

ABD de şizofrenik reaksiyon tanı ve sınıflandırması için geniş, mani depresyon reaksiyonu için dar tutulmuş, Avrupa da ise bunu tersi yapılmıştır. 1968 de yayınlanan DSM-II de Kraepelin’in yaklaşımı etkili olmuştur. Reaksiyon yaklaşımı bırakılmış bunun yerine araştırmalara dayanan tanı ölçütleri geliştirilmiştir.

1980 yılında yayınlanan DSM-III ve 1987 de yayınlanan DSM-III-R bu yaklaşımı sürdürmüş ve tanı ölçütlerine dayanan sınıflandırmaya ağırlık vermiştir.

Günümüzde kullanılan ‘Tek Uçlu’(UP) ve ‘İki Uçlu’(BP) bozukluk terimleri Karl Kleist tarafından türetilmiş ve onun öğrencileri Neole (1949) ve Leonhard (1957) tarafından kullanılmaya devam edilmiştir.



MANİK DEPRESİF DURUMA PSİKANALİTİK YAKLAŞIM

Manik Depresif Psikozları dinamik psikiyatri, dinamik psikoloji ve Psikanaliz içinde her zaman yer almış ve anlaşılmaya çalışılmıştır. Fakat analitik açıdan mani, depresyona göre açıklama, inceleme ve üzerinde çalışılması açısından daha geride kalmıştır. Böyle olması da çok şaşırtıcı bir şey değildir. Bütün manik fenomenlerin temelinde kendine güvenin ölçüsüz bir artışı söz konusudur. Manik dönemde bilinç tamamen veya kısmen yitirilmiştir. Bu da mani dönemindeki hastalarla çalışmayı mümkün kılmamaktadır.

Manik Depresif Psikoz olgusunu psikanaliz çerçevesinde değerlendiren ilk kişi, Freud’ un öğrencisi Abraham olmuştur. Abraham 1912 yılında melankolik depresyonla, normal yas duygusunun kıyaslamasını yapmış, her iki durumda da kişinin bir kayıp yaşadığını, ancak yaslı kişinin, yitirdiği kişiyle ilgilendiğini, depresif kişinin ise suçluluk duyguları içinde kıvrandığını gözlemiştir. Abraham depresif duygu durumunu, kaybedilen oral sadistik döneme bir gerileme olarak yorumlamıştır.

Daha sonraki yıllarda(1959) Gutheil, depresyonun normal üzüntü ve elem yaşantılarından ayırıcı özelliğinin bulunduğunu belirtmiş, depresyonun; keder ve karamsarlığın birleşiminden oluştuğunu ileri sürmüştür. Gutheil’e göre karamsarlık; depresyonu normal üzüntüden ayıran en önemli öğedir. Kişinin o anda başına gelenlerin gelecekte de kendisini bulacağına ya da içinde bulunduğu durumun değişmeyeceğine inancı depresyonun temel inancıdır(Gutheil,1959). Gutheil’in bu tespiti gerek ayaktan, gerek yatarak tedavi gören duygu durum bozukluğu problemi olan hastalardan edindiği ifadelerdir. Ayaktan takip edilen hastalarda predepresif dönem diyebileceğimiz dönemde “karamsar olmaya başladım, sanki hiç düzelemeyeceğim, iyileşemeyeceğim” gibi ifadeler kullandıkları ve bu ifadelerin adeta onların depresif dönemlerinin sinyali niteliği taşıdıkları gözlenmektedir.

Freud ‘Mourning and Melancholia’ başlıklı ünlü yazısında, Abraham’ın düşüncelerine katılmış, yas sürecinde kaybın, objenin ölümüne denk geldiğini, depresyonda ise kaybedilen obje benliğe mal edilmiş olduğu için kişinin iç dünyasında bir kayıp yaşandığını açıklamıştır. Ona göre; kaybedilen objeye yönelik olan sadizm, depresyonda ‘içselleştirilmiş’ olan sevgi objesine çevrilir. Abraham’ın bu açıklamasında geliştirdiği ’içselleştirme’ kavramı, Freud’un ‘süperego’ kavramını geliştirmesine ışık tutmuştur. 1923 yılında Freud, böyle bir içselleştirme mekanizmasının, egonun bir objeden vazgeçebilmesi için tek yol olduğundan söz etmiştir. Aynı yıl yayımlanan “The Ego and the Id” adlı kitabında ise melankolik hastaların acımasız süperegoları olduğundan söz etmiş ve sevilen kişilere yönelik saldırgan eğilimlerden kaynaklanan suçluluk duygularını bu nedenle yaşadıklarını açıklamıştır.

Freud mani olgusuna da değinmiş, bu durumu ego ile süperego arasında bir füzyon olarak tanımlamıştır. Freud’a göre bu iki kişilik öğesi arasında süregelen çatışmaya harcanan enerji, manide zevk amacıyla kullanılmaya başlanır. Freud ayrıca bu füzyonun ‘biyolojik olarak belirlenen döngüsel dönemlerde’ gerçekleştiğini de vurgulamıştır.

Abraham ve Freud’dan sonra bu konudaki önemli katkılar arasında Rado, Klein, Bibring, Arieti gibi psikiyatr ve psikanalistlerin görüşleri sayılabilir.

Rado’ya göre melankoli ‘sevgi için umutsuz bir yakarıştır’. Ego kendi kendini cezalandırarak ebeveyninin vereceği cezadan korunmaya çalışır. Bunu yaparken alışagelmiş ‘suç-ceza-bağışlama’ ritüelini yineler. Rado’ya göre bu, bebeğin dünyasında öfkenin belirlenmesi -açlık- anne memesinin görünmesi ve bunu izleyen doyum biçimindeki yaşantıların simgesel bir tekrarıdır. Rado, Freud ve Abraham’ın depresyondaki içselleştirme mekanizmasına ilişkin görüşlerini daha da geliştirmiştir. Ona göre içselleştirilen obje iki bölüme ayrılır(Splitting). Çocuğun kabul edilmek ve sevilmek istediği iyi bölüm süperegoda kalır, çocuğun sevmediği ve hatta yok etmek istediği kötü bölüm ise egonun bir parçası durumuna getirilir.

Melanie Klein ise manik –depresif durumları, bebeklik döneminde olumlu, nitelikli içselleştirilmiş objeler geliştirememiş olmanın bir yansıması olarak kabul eder. Bir başka deyişle, depresif kişiler bebeklik döneminde olağan ve geçici olarak yaşanan depresif konumlarını aşamamış insanlardır. Bu nedenle, bebeklik döneminde kendi yıkıcılıkları hırsları sonucu yok ettiklerine inanmış oldukları olumlu ve sevilen objelerin yasını sürdürürler. Bu yıkıcılıkları sonucu, bir yandan yitirdikleri objenin özlemini yaşarken, diğer yandan geriye kalan içselleştirilmiş olumsuz objeler tarafından kovuşturulmakta olduklarına inanırlar. Bir başka deyişle depresif kişiler, içselleştirilmiş olumlu ebeveyn imgelerini kendi yıkıcı dürtüleri ve düşlemleri sonucu kovuşturucuya dönüştürmüş olmaktan ötürü kendilerini değersiz hissederler.

Klein’e göre, manide görülen omnipotans, yadsıma, küçümseme ve idealize etme gibi savunmalar, yitirilmiş olan sevilen objelere duyulan özlemin acısına karşı geliştirilmiş tepkilerdir. Bu tepkiler üç yönden kişiye rahatlık sağlayabilir; 1)yitirilen sevgi objeleri kurtarılması ve onarılması 2)olumsuz objelerle bağların reddedilmesi 3)sevgi objelerine yönelik aşırı bağımlılığın yadsınması. Manik savunmalar yoluyla diğer insanlara yönelik saldırgan ve yıkıcı eğilimlerini yadsımaya çalışan kişinin, bu çabaları sonucu yarattığı neşeli ve mutlu görüntü aslında yaşamındaki gerçeklerin karşıtıdır. Birilerini idealize etme ya da başkalarına karşı küçümseyici ve aşağılayıcı tutumlar gösterme ise ilişkiye olan ihtiyacın reddedilmesini sağlar. Klein’e göre manik savunmalar; ebeveyne karşı zafer kazanma ve ebeveyn çocuk ilişkisini tersine çevirme isteğini simgeler. Bu zafer kazanma isteği ise suçluluk duygularına ve depresyona yol açar. Klein’e göre bazen başarı ve terfilerden sonra yaşanan depresyonun nedeni de budur.

Depresyonu kendine dönük saldırganlıkla açıklayan görüşlere katılan Bibring e göre; depresyon idealler ile gerçekler arasındaki gerilimden kaynaklanır.(1953). Bibring her biri çok yoğun yaşanan üç ayrı tür narsisistik beklentinin depresif kişinin davranışlarında ölçüt olarak kullanıldığından söz eder: değerli ve sevilen biri olmak, güçlü ve üstün biri olmak, iyi ve sevecen bir olmak. Ancak egonun bu ölçütlere ulaşamayacağının da farkında olması, kişinin kendisini güçsüz ve çaresiz hissetmesine ve depresif durumun egemenliğine girmesine neden olur. Bibring, bazı durumlarda çaresizliğin kendine dönük bir saldırganlığa neden olabileceğini, ancak bunun yalnızca ikincil bir durum olarak ortaya çıkabileceğini açıklamıştır. Ona göre; kişinin kendine olan saygısını saran herhangi bir narsisistik engelleme ya da zedeleme klinik depresyonun ortaya çıkmasına sebep olabilir. Bibring’e göre gerilim, egoyla bir başka ruhsal bölüm arasında değil, egonun kendi yapısı içinde yaşanır. Depresyon, egonun kendine olan saygısını, kendi beklentilerini karşılayamaması sonucu, kısmen ya da tümden çekmesine rağmen, bu beklentilerin aynı yoğunlukta sürdürülmesi sonucu yaşanır. Bibring’e göre mani; depresyon akışını ödünleyici ikincil bir tepki ya da narsisistik beklentilerinin düş gücüyle karşılama çabalarının bir anlatımıdır.

Arieti’de (1977), Bibring’in görüşleriyle paralel görüşler öne sürer ve her iki görüş arasında ortak yanlar vardır. Her iki yaklaşımda da depresif kişi, ulaşılması mümkün olmayan bir amaç karşısında çaresizlik yaşayan biri olarak değerlendirilir. Bu insanlar öylesine katıdırlar ki, egemen amaçları dışında başka bir seçeneği düşünemez ya da kabul edemezler.

Klinik ismiyle iki uçlu duygu durum bozukluğu ile ilgili literatürdeki açıklamalar tabi ki bu kadar değildir. Bu konuyla ilgili çok zengin açıklamalar, görüşler öne sürülüp konuyla ilgili araştırmalar, gözlemler sunulmuştur ve böylece bu konunun klinikte sadece biyolojik yaklaşımlarla açıklanması çabalarının önü kesilememiş olsa da en azından bu çabalar yavaşlatılmıştır. Dikkat edilirse psikanalitik yaklaşımda depresyon, melankoli gibi hastalık tabloları üzerinde daha çok durulmuş ve daha iyi anlaşılmıştır. Fakat mani için bu pek söylenemez. Yukarıda da belirtildiği gibi bu periyottaki vakaların atak esnasında ve daha sonrasında takip edilmesinin güçlüğü söz konusu olabilir. Ama yine de bu hastalığın her iki periyodunun da biyolojik yaklaşımın dışında da incelenmesi anlaşılması gerektiği düşünülebilir. Bu alan özellikle biyolojik yaklaşımı benimseyenler tarafından çerçevesi epeyce genişletilmiş ve neredeyse artık çoğu psikiyatrik hatta psikolojik durum için bile bu tanı kullanılır olmuştur. Hatta bu tanı alt gruplara ayrılmış oldukça geniş bir şekilde atomize edilmiştir.

 

Yazan

Dr.Psk.Fatih SÖNMEZ

bottom of page